Kendini yabancı topraklarda garip bir savaşın ortasında Kore Savaşı'nda bulur Çinli Yu Yuan. Cesur bir savaşçı bir kahraman değildir. Hatta bir meçhul asker bile değildir. Askerlik günleri daha çok sıcak çatışmalardan uzakta esir kamplarında geçmiştir. İngilizce bilen nadir askerlerden biri olarak bir yandan vazgeçilmez olmanın sefasını sürerken öte yandan güç mücadelelerinin odağında bulunmanın cefasını çeker. Hayatın dayattıklarıyla ideolojilerin dayattıkları vicdanla gündelik ihtiyaçlar ahlakla insani zaaflar arasında yaşadığı yarılmalardan hep kendinden daha kötü koşullarda olanları düşünerek kurtulan Yuan kişisel kayıplarının yasını tutmak yerine kendine ve geleceğe güven duyarak hayata tutunur.
Savaşa giderken onun için "ev" imgesini somutlaştıran iki kişiyi annesini ve nişanlısını geride bırakmıştır. Döndüğünde onları bulabilecek midir? Dahası döneceği bir vatanı olacak mıdır? Yoksa o bir savaş artığı savaş sanayisinin bir atığı mı olacaktır?
Savaş Artığı herhangi bir ırktan renkten milliyetten bir askerin cephedeki en doğal korkularını zaaflarını ihtiyaçlarını insancıl bir çığlık olarak satırlarında yankılandırıyor. Sıradan bir insanın gözünden anı kurgusuyla savaşın en dehşetli en vahşi ve en acımasız yüzünü anlatırken "insan niçin savaşa gider niçin savaşır; ölmezse şayet savaştan nasıl döner?" gibi sorular sormamızı sağlıyor. Küçük ümitleri ve hedefleri olan sıradan bir insanın aynı zamanda hem ne kadar güçlü hem de ne kadar çaresiz olduğunu görüyoruz bu romanda.