1953 yılında DNA yapısının keşfinden bugüne kadarki süreçte radikal bir dönüşüm geçiren biyoloji araştırmaları bilgi birikimini biyoteknoloji kulvarına taşıyarak insan yaşamını da aşan bir şekilde doğayı değiştirme cüretini kendinde bulmuştur. Ancak konu bu alanda "hayal satmaya" gelince elbette bu işin uzmanları herkesten önce devreye girmektedir. Sermaye ve medya biyoteknolojinin gücünü gerçeğin ötesine taşıyarak kamuoyu beklentisini diri tutmayı başarmıştır. Biyoteknolojinin hayaller kadar kâbusları da beslemesi kuşkusuz temelsiz değildir. Geçmişin ırkçı karanlığı bu konuda endişelenmek için yeterli bir nedendir.
Biyoteknolojik bir geleceğe dair tartışmaların arka planına bakan bu kitap canlı hücreleri üzerine yapılan teknolojik araştırmaların sonuçlarını insan hakları boyutuyla ele almaktadır. Burada öne çıkan unsur insan hakları hukukunun gelecekteki muhtemel sonuçlara hazırlıklı olup olmadığıdır. Biyoteknoloji konusunu cennet ya da cehennem tasvirlerine oturtan bazı yaklaşımlara mesafeli olan bu kitabın temel amacı insan hakları hattındaki genel manzarayı çizmektir. İktidarın doğaya yüzyıllardır hükmetme çabasına piyasa rasyonalitesinin de dâhil olması konuyu bulanıklaştırmaktadır. Biyoteknolojinin getireceği asıl büyük sorun mevcut iktidar kurgusunu derinleştirmesidir. Bu sayede devlet ve piyasa ilişkileri ideolojik olarak biyolojiyle harmanlanabilecektir. Artık eşitsizlik bu yapının "doğal" harcıdır.