O sıra önüme koyduğum mesele bana tamamıyla kapitalist üretim tarzı tarafından ezilmiş görünen bir toplum algısından çıkmaktı. Etrafımdaki toplum bana bir metalar yığını paranın ya da finans mekanizmalarının birbirleriyle ikame edilebilir kıldığı bir soyut değerler yığını gibi görünüyordu; tek taraflı bağların içinde yassılaşmış gerilimleri adeta yürürlükten kaldırılmış bir kapitalist dünya. Bu kapitalist dünyada artık doğal olan yani sanayi-öncesi olan ve imal edilmiş olmayan hiçbir şey bulamıyordum. Marksizm metaların değişim değerini kullanım değerlerinden ayırır: Tahakküm sistemlerine ve sömürü yöntemlerine rağmen aynı zamanda değişimi de kıymetlendiren şu kullanım değeri hoş şu kullanım değerinin en küçük bir izini dahi bulamıyordum. Dünya tamamıyla şeyleşmiş soyut hale gelmişti: Sanat böyle bir durumda hangi anlama sahip olabilirdi? Bu gerçeklik içinde sanatsal üretim alternatif yaratım gerçeğin yeniden icadı süreçleri neler olabilirdi? Bu algı basitçe felsefi değil aynı zamanda politikti de.
Mutlak içkinlik tarafından fethedilmiş bir dünyada sanat yapıtlarının var olmayı sürdürmesi nasıl mümkündür? Sanat yapıtlarında her zaman aşkın bir şey var gibi ama biliyoruz ki aşkınlık artık yok; Tanrı öldü.
Tanrı yalnızca ölmüş değildi cesedinin gölgesi hayatlarımızın ve ifade kabiliyetimizin üzerinde yayılıyordu. Daha da kötüsü bu savaş boyunca Tanrı iki tarafta da görünüyor; kendisini yıkıcı bir güç fanatizmin temsili veya her biri Başka'nın varoluşuna tahammül edemeyen kibirli kimlikler dizisinin bir fonksiyonu olarak sunuyordu. Bunun dönüp dolaşıp nereye geldiğini biliyoruz: Modern tarih içinde kendisini insanın sanatı olarak geliştiren bir teknik var; ve bu tekniğin bağrında bir hakikat arayışı var insanın hakikatinin olduğu kadar doğanın hakikatinin de arayışı.