Nasıl oluyor da ceza yoluyla adaletin yerine geldiğini düşünüyoruz? Özkan Agtaş bu soruyu kitap boyunca takip ederken her şeyden önce bize cezanın antik çağlardaki kökenlerinden günümüze kadar gelen mükemmel bir felsefi tarihini aktarıyor. Bu tarih Ceza Hukuku'nun bir tahakküm biçimi olarak farklı tarihsel dönemlerde farklı siyasal biçimler altında nasıl bir dönüşüme uğradığını aydınlatıyor. Ceza'nın devlet toplum "politik ekonomi" ve "polis" ile ilişkisini takip ederek nihayetinde Agtaş'ın politika-sonrası diye nitelediği günümüze ulaşıyoruz:
"Bugün suç ile siyaset arasındaki eşiğin bulanıklaştığı bir noktadayız. Bu bulanıklaşma istisnayı kural haline getiren sürecin hedefindeki şeyin yani siyasallaşma imkânlarını gasbetmenin ve siyasal alanı kapatmanın ayrıcalıklı yollarından biridir. Cezalandırıcı makine ve geçirmekte olduğu dönüşüm de bundan azade değil: Bu makine politikayı meneden bu çağın temel karakteristiklerini alıp bunları tehlikelilik kavramının rasyonelleştirilmiş böylece yenilir yutulur kılınmış halinden başka bir şey olmayan bir risk mantığıyla takviye eden özgün bir tekniğin adıdır. Onun çifte hareketini anlamak hiç de güç değil: Bir yandan merkezsizleşme ve böylece kontrol şebekesinin daha alt hiyerarşilerine doğru yayılma yönündeki eğilim. Diğer yanda sertleşme ve cezalandırıcılığın dozunu artırma yönündeki eğilim. Bu arada neyin sessiz sedasız gözden kaybolduğunu ise artık biliyoruz: Adalet iddiası."