Constantinopolis'in kuşatılmasına gönüllü katılan Süleyman adındaki bir serdengeçtinin öyküsüdür bu. Savaşın acımasızlığı anlamsızlığı ve insanlığı nasıl bir ruhsal duruma soktuğunun...
Tarihi yönünün yanı sıra fantastik bir diyarın kapılarını ardına kadar açan bu macera;yaptıklarından utanan pişman olan ruhsal bunalıma giren ve günümüzde kişilik bölünmesi olarak adlandırabileceğimiz gizemli bir hastalığa yakalanan Süleyman'ın hikâyesidir.
"Aslında her canlı konuşur." diye yanıt verdi akbaba. Gözlerini kısarak bana bakıyordu. "Etrafında gördüğün her şeyin dili vardır aslında. Gökyüzünden yere düşen su damlacıklarının dili vardır mesela. Nehirlerin göllerin denizlerin rüzgârla savrulan kuru yaprakların rengârenk çiçeklerin ağaçların dağlarıniştahla yediğiniz hayvanların gökteki ayın yerdeki toprağın bütün kuşların karıncaların taşların farelerin böceklerin kurtların ve aslanların.. Her şeyin dili vardır aslında. Ama siz insanlar bu koca evrende yaşayan tüm canlıların söylediklerini anlayamayacak kadar zayıf yaratılmış varlıklarsınız. Hatta o kadar zayıfsınız ki çoğunuz kendi türünüzün konuştuğunu dahi anlayamıyorsunuz. Ama içinizden biri vardı ki? İşte o az önce tüm o saydıklarımla konuşabiliyordu. Muhteşem bir kulağa sahip olan o insan Kâinatın gelmiş ve gelecek en büyük imparatoru olmuştu.
Süleyman Peygamber?
Seninle aynı adı taşıyan en büyük imparator?
O her canlıyı dinler ve sorunlarına çözüm yolu bulmaya çalışırdı."