Bir ülke düşünün; o ülkede doğmuş büyümüş havasını solumuş ekmeğinden yemiş tuzundan yalamışsınızdır. (Bir ayraç açarak söyleyeyim; kendinizin ve kendinize ait olduğu tartışılmaz bir olguda) Gerçekten sahiplendiğiniz o ülkede bir gün gelir bir erozyona uğrar ve sizi o ülkeye bağlayan ne kadar bağlantı ve değer yargıları varsa hepsi birden yıkılır tepesi üstüne gelir (ya da getirtilir) ve sizi aptala çevirir. Bu bir insanın yaşamında uğrayacağı en kötü şeydir. Derken olanlar birbirinin ardına izler ve bir gurbet sancısı beyninizden başlayarak ruhunuzu sarar esir alır sonra da. Mustafa Suphi kendini gurbete attığında her şeyin sarpa saracağını onu olağandışı bir kavganın tam ortalık yerine düşeceğinin bilgisizliği içinde göçebe ruhunun buyruklarına karşı çıkma yerine ona boyun eğer ve ver elini dünya der ve geldiği dünyasıyla taban tabana zıt o yeni dünyanın yeni konuğu olur. Bu inanılması (sonuçları bakımından elbet) zor bir yenilenmede Mustafa Suphi duyduğu her şeye özlem yumağının sarmalında şiir yazar bunun onu doyuma ulaştırdığı karşı çıkışıyla bu kez hikâyeye geçer. Güzel hikâyeler midir bunlar? Tartışabilirsiniz bunu. Aslında gerçek gurbetin ya da daha doğru bir deyimle söylemek gerekirse gurbette olmanın gurbeti iliklerine kadar sancılarla onu etkisi altına alması yavaş fakat hiç dinmeyen bir kanamayı eksiltmez. Çünkü gurbet acıdır çünkü gurbet sürekli gurbettir çünkü gurbet umarsızlıktır. BİR KÜÇÜK avuntuyla söyleyeyim; Mustafa Suphi beklenen sanatçı yanıyla bu acının kapanmasına ve akan kanın giderek dinmesini sağlamaya çalışan (ve ramak kala bunu başaran ve başaracak olan) şiiriyle romancılığıyla hikâyeciliğiyle ve gazete yazılarıyla örnekler göstererek yürütür. Biliyorum ondan beklediğim bu iş zorun zorudur. Ama ben Mustafa Suphi'yi gurbete çıkmadan önce de tanırdım. Bu başarısı için bence bir kanıttır. Sizin için de kanıt olsun pişmanlık duymazsının güvenin bana.
Tarık Dursun K.