Yazmak illetine ne zaman nasıl kapıldım bilmiyorum. Konuşmaktan vazgeçtiğimden beri sanırım ya da anlaşılmaya çabalamaktan vazgeçtiğimden beri. Yaşadığım yer hepinizle aynı belki; soluduğum hava içtiğim su. Lakin hayatı akışına bırakacak kadar özgür yaşayamıyorum galiba. Başkalarından çarpıp geri dönen kendime sorduğum soruların cevaplarını not ediyorum küçük takvim yapraklarına.
Zaman aslında en gerçek olanı. Yalanların geçip giderken bıraktığı izleri zamanla etiketliyorum. Yazmak... Konuşmaktan daha iyi. Bir çaba... Hiç bitmeyen ve ardı arkası kesilmeyen yüzler yüzlerin söylediği sözler sözleri yalanlayan gözler... Sonra biri gelir sorar gün içinde:
-Nasılsın?
-Nasıl gidiyor hayat.
Otuz beş yılda adlandıramadığım manalandıramadığım soruyu sorar bir çırpıda "Nasılsın? Nasıl gidiyor hayat?" Karşılığında teşekkür etmek gibi manasız bir cümle kurarım.
-Teşekkür ederim. Sen nasılsın?
Nasılım? Bilmiyorum. Ne yaşadım? Daha ne kadar yaşarım? Bilmiyorum. Ama bu soruyu bana soran sen! Senin durumun benden daha vahim. Ya da değil. Ben biliyorum sen bilmiyorsun. Fakat bilmek mi daha iyi bilmemek mi onu hiç bilmiyorum. Yaşıyorum hayatı akışına bırakamadan da olsa. Zihnimde canlanan bu gibi küçük kayalıkların haricinde hızla akıp giden uzun bir akarsu hayat... Bari bir işe yarasa; ne bileyim bir baraj falan yapsak üretsek her birimiz hayatta bir şeyler. Tüketmek kolay. Bunu zaten birbirimize yapıyoruz her gün farkında bile olmadan... Bugün kaç kişi benim o akıp giden bir akarsuya benzettiğim hayatıma taş attı? Ve kaç kişi bunun suyun yüzeyinde oluşturduğu giderek büyüyen halkalarını gözlemledi? Başkalarıyla iletişime geçtiğinizde vereceğiniz tepkilerin o kişinin hayat nehrine atacağınız küçük veyahut büyük taşlar olduğunu asla unutmayın. Taşı attığınızda o taşın kendi çevresinde yarattığı halkalar ne denli büyürse o kadar etkilersiniz karşınızdaki kişiyi. Bu karşı tarafa görünmez. Eğer görünseydi ben bu kitabı yazamazdım. Yazmak illetine ne zaman nasıl kapıldım bilmiyorum ama yazmak; çoğunlukla konuşmaktan daha iyi...