Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika'da daha ziyade sahil şeridi boyunca hâkimiyet kurduğu iç bölgelere ise hemen hemen hiç nüfuz edemediği yaygın bir kanaat olarak ifade edilmektedir. Bölge haritalarında ise bu iddianın aksine Fizan bölgesi bilhassa son dönemlerde Devlet-i Aliyye'nin sınırları içerisinde gösterilmektedir. İstanbul'dan bir memur veya askerin aylar süren yolculuğu sonunda görev yerine ulaşabildiği bu sancağın birçok noktasında idare sadece bir kaç memurla devam ettirilmişti. Yerli ahalinin halife olarak kabul ettikleri padişaha bağlılıkları dolayısıyla bu hâkimiyet dört asır iki büyük isyan ve genelde küçük bir kaç baskın dışında huzur içinde devam etti.
Afrika'nın iç bölgelerinde yer alan Fizan yurdundan binlerce kilometre uzaklıkta devletini temsil etmek üzere yola çıkan nice görevlinin ağır ve alışık olmadığı iklim şartları sebebiyle vazifeleri başında öldüğü bir yerdir. Birçok mutasarrıf buradaki göreve talip olurken vazifesi başında vefat edeceğini bilmektedir. Kimisinin sürgün olarak kabul ettiği bu Osmanlı sancağı kimisi için de Avrupa sömürgeciliğini durdurmak ve Bilâdü's-Sudan Müslüman toplumlarıyla bir buluşma mahallinin muhafazası hatta onlara yardım edebilmek için son derece stratejik bir mevkidir. Kısacası burası eskilerin tabiriyle "Osmanlı Devleti'nin Siyah Afrika'ya açılan kapısı kilidi ve penceresi" konumundadır. Devletin buradaki varlığı güneydeki sultanlıkların varlığıyla birlikte yürümüştür. Onların yurtları Fransa ve İngiltere tarafından işgal edilir edilmez atalarımız önce Fizan'a ardından Trablusgarp'a veda etmek zorunda kalmışlardır.
Ulaşımın son derece zor sağlandığı bu sancak hakkında yaptığımız ve araştırmaya dayalı bu eser bir başlangıç olup bu konuda yeni tespit edilen arşiv vesikalarıyla bilhassa Osmanlı Devleti'nin son yıllarda gidilip de gelinemeyen bu sürgün yerinin tarihi aydınlatılmaya çalışılmış ve bu çalışmanın "Osmanlı Afrikası" üzerine yapılan çalışmalara yeni bir soluk getirmesi amaçlanmıştır. Kısacası bu çalışma incelendiğinde Devlet-i Aliyye'nin hâkimiyet ve nüfuz alanlarının yeniden tespitinin gerekliliği ve Osmanlı tarihinin gizli sayfalarının bir nebze aydınlatıldığı açıkça görülecektir.