Tarih seçilmiş gerçeklerden üretilmiş bir efsanedir. Milli tarih ise seçilmiş efsanelerden oluşturulmuş bir gerçeklik... Her efsanede olduğu gibi toplumlar tarihlerine olanlar açısından değil olmasını istedikleri üzerinden bakarlar. Buna ihtiyaçları vardır; hele içinde bulunduğu koşullar yeterince tatminkâr değilse...Tarih günün gerçeklerinden kaçıp sığınacak bir alternatif gerçeklik olarak kurgulanınca idealize edilir. Bu yargı Osmanlı tarihi için de geçerlidir.
İmparatorluk 1. Dünya Savaşı'nda 25 milyonluk bir silahlı güçle 9 cephede savaşmış (Kafkaslar Süveyş Kanalı Irak Hicaz ve Yemen Suriye ve Filistin Çanakkale yanında müttefiklerine destek için Makedonya Galiçya Romanya) ve ömrünü tamamlamıştır. Bu büyük kaybın yarattığı derin travma iki cephede kazanılan zaferle telafi edilmeye çalışılmaktadır (Çanakkale ve Kut'ül Amare). Cephe zaferlerine odaklanmak 1. Dünya Savaşı'nın şartları orduların nasıl donatıldığı komuta kademesindeki yabancılar gerçeklerini hep bulanık bırakmıştır.
Gerçeklerin 'dayanılmaz ağırlığı' ülke sosyolojinin sağlıklı değerlendirilmesini de etkilemiştir. Çeşitlilik ve çoğulluk iktidarları hep ürkütmüştür çünkü farklılıkları yönetmek zordur. Sonradan ağır bir bedel ödense de farklılıkları bastırmak daha kolay gelmiştir. Bunun sonucu uzlaşma kültürünün ve demokratik değerlerin yeterince gelişmemesi ve en iyi ihtimalle 'illiberal demokrasi'yle yetinmek olmuştur.
Ulus oluşturmanın kurucu ideolojisi milliyetçiliktir. Milliyetçiliğin vaadi yeni bir toplum ve parlak bir gelecek yaratmaktır. Bu geleceğin zemini milli ekonomi mimarı ise ulusal girişimci sınıftır. Her ikisinin de yetersiz olduğu durumlarda milliyetçilik bir payanda arar ve bunu çok daha yerleşik bir kurumda bulur: din.
Din siyasal alanı doldurdukça inançtan daha fazlası olur siyasileşir. Tabii siyaset de dinileşir. Siyaset ve yönetim dinileştiği oranda eleştirilebilir tartışılır olmaktan uzaklaşır mutlaklaşan hükümlerle toplumlar üzerinde egemenlik kurar. Bu demokrasinin kışıdır. Elinizdeki kitap bu konularda bir ufuk turudur.