"Sen neredesin?" arayışında kendimi yakalama çabam beni hep kendimden ötelere sürükleyip durmuştur ya peki şimdi ben neredeydim? Ne yazık ki her aşkın sonu yitirilen bir zaferdi tıpkı ölüm gibi olgunluk kıvamında yüreğe sinse de kabullenmek belki mümkün olmuyordu. Ama yine de üstüne biraz kül serpiştiriveriyorduk. Zamanla o küller nemlenerek katılaşıyor kireçten köfkeden traverten oluyordu; geri de kalan unutuluyordu unutulduğuna inanmak gerekiyordu onun için belki de unutur gibi yapıyorduk. Belki de bütün külleme çabalarına karşın içteki ateşin korları sönmemekte direniyor cebelleşiyor bir ömür kabullenilemiyordu olmayan savaşların yenilgisi...
...
Kafamdaki puslu dağların bağrından yükselen çello ezgileri çınlıyordu durmaksızın ve ben nereye gidersem gideyim bu ezgiler hem de bağrımı çentikleyerek delerek sürecekti. Ta ki bir gün ben tükeninceye kadar... Baş edemeyeceğim şekilde gecenin insanı çeken büyüleyici mavi derinliğinden daha derinlere uzanıyor serpiliyor harelenip dağılıyordu imge olmayı çoktan aşan fizikötesi düşüncelerim. Dumanlı dağ başlarını andıran yalnızlığımla binlerce kederin biçimlendirdiği doğa olaylarını bertaraf etmem onlarla baş etmem olanaksızdı biliyordum. Bu gizil doğa olaylarının enikonu yaşandığı evrenimde sınırsızdım ve hiç olmazsa kendimle baş başaydım! Ama ya somut dünyam?.. Ah o yaşamın büyük uğultusu!..
...
Sahi insan neden kaçmak isterdi? İnsan kendinden öte en çok hangi uzaklığa kadar kaçabilirdi? Ötesi var mıydı? Sahi ötesi olabilir miydi?..