Şimdi arkanıza yaslanın ve odaklanın. Yaşamsal koşulların tamamen yetersiz olduğu feodalitenin ve paranın demir parmaklıklardan kolaylıkla geçtiği bir bina hayal edin. Kendinizi o binanın içerisinde bir yere koyun. Hemen hemen herkesin geceleri sayıkladığı pencereleri olmayanmevsime uygun ekim yağmurlarının bile felaket habercisi olduğu bir bina. Dışarıda ise gecelerin uzamasıyla hasret kaldığınız güneşin dahada uzaklaştığı bir mevsim. İşte bu noktadayım şuan. Suç ve ceza kıskacının arasındayım.
Demirlerin paslandığı bazen gurbet bazen sıla kokan bir koğuşta yere atılan her izmaritte biraz daha susulan bir yerden yazıyorum bunları. Sınırları kalın olan bir mahkûm ülkesinden yazıyorum. Ne olduğunu ne işe yaradığını kime hizmet ettiğini anlayamadığım bir yerden yazıyorum. Ekmek ve yeşil soğanın dudaklarımda bıraktığı tatla mırıldanıyorum. Bizi buraya atanların sırlarımızı yalan yanlış kusacağını bilmenin korkusuyla yazıyorum. Ucu körelmiş ucuz bir kurşun kalem ile yazıyorum. Kalemin kâğıda akmasıyla sivrilen dilimle yazıyorum. Siz anlayın diye yazıyorum. En çok buradan korkmayın diye yazıyorum. Ne de olsa insan düşmanından uzak olunca korkar. Gözünde büyütür korkusunu. Onda var olmayan meziyetler yükler onu tutsak edene. Korkusunu katmerleştirir istemeden.
Ben bu yazıyı yazarken beni tutsak edenlerin içerisindeyim. Burada bulunmamı sağlayanların zaaflarının gölgesindeyim. Belki bu yüzden daha cesaretliyim. Bu yüzden bakışlarım daha dik belki. Korkusuz ve cüretkâr küfürlerim. Bu nedenle olacak ki daha bereketli fikirlerim. Şimdi bu verimli idelerin temelini özetliyorum. Cezadan korkmadan yürüyorum. Suçu yaratan suçlulara karşı bir ranzanın üst katından suç işlemeye devam ediyorum. Yazıyorum...