Çember hâlinde oturan şamanların ortasından uzun boylu bir tanesi yılan gibi kıvrılarak yavaşça ayağa kalktı. Diğerlerinden farklıydı bu şaman tepeden tırnağa bembeyazdı. Şamanın upuzun simsiyah saçları kemikten düğmeler küçük misketlerle örülüydü. Kimilerine göre saçlarının arasında yılanlar oynaşırdı. Uzun boylu ak şaman başını kaldırmadan konuştu: "Bu lanet çok eskidir. O zamanlar bu bozkırlarda yaşayan atalarımız koyun nedir at nedir bilmezlermiş. Kurttan vahşi-köpek vahşi-köpekten bildiğimiz köpek daha çıkmamış. Büyük tufandan hemen sonralarıymış Güney'den Zağros'un ötesinden bir kavim gelmiş sonra gökyüzündeki yıldızlar gibi yayılmışlar bozkırlara."
"Sonra ne olmuş da lanetlemişler çaputlarla süslenmiş mübarek bozkırlarımızı?"
"Bu kavimden biri töreye uymamış. Töreye karşı gelince de tanrıların gazabına uğramışlar.
"Bu ne biçim bir lanettir ki etkisi binlerce yıl sonra ortaya çıksın?"
"Bana söylenen; nasıl Güneş'le Ay'ın hareketleri arasında bir ahenk varsa gökyüzüyle mevsimlerin mevsimlerle tüm canlıların doğup büyümesinde de kutsal bir ahenk olduğudur. İnsanlar tanrılara karşı gelerek yeraltı ile gökyüzünün arasındaki ahengi bozduğunda lanet yavaş yavaş gelir. Tohum toprakta yetişmez derelerden su akmaz kuşlar uçmaz olur! Lanet işte budur!" Yaşlı kadının son cümlesinden sonra yurtta gene bir uğultu yükseldi: "Gök Tanrısı kahretsin bu lanetli kavmi! Demek o taştan şehirleri kuranlar tanrıların lanetlediği bu kavmin insanları! Gidelim bütün şehirleri yakıp yıkalım."