Her şey o kadar bildik ki: Anne kendi ailesinden miras olarak aldığı ölümcül bir hastalığa yakalanmıştır bu nörolojik bir hastalıktır ve öleceği bellidir. Üstelik bu hastalık sırasında hafızasını kaybeder hareketlerini ve tepkilerini kontrol edemez ama tuhaf bir şekilde direnmeye başlar. Hayatı boyunca en büyük tutkusu olan resim yapmayı bile bıraktığı için bilincinin gidiş gelişleri içinde o da apayrı bir hayata tutunma mücadelesi verir.
Tabii her şey bununla sınırlı değildir. Oğul aynı zamanda bir felsefecidir. Ve erken yaşta bunayan annesinin uğradığı çöküntünün izinden giderek kendi özüne; başka bir ifadeyle Sokrates'ten başlayıp Montaigne Pascal Rousseau ve Goethe'ye uzanan bir özbilinç tarihine ulaşmaya çalışır. Dolayısıyla bu süreci ağabeyinin sergilediği gibi başarı uğruna apayrı sularda yelken açan iradenin tehlikeli sınırlarının zorlanmasını esas alan modern dünyaya karşı bir eleştirel sorgulamaya dönüştürür.
Yazar en can alıcı soruyu da bu noktada yöneltir: Gerçeğin insanı tükettiği bir çağda hala gerçeğe tutunmak ve "ben sevgisi"nden başka rehber tanınamamak ne kadar doğrudur? Modern çağ hayatının aileyi parçalayan anne baba ile çocukları ayrı evlerde ve ayrı şehirlerde kendi kaderleriyle baş başa bırakıp dayanışmayı ancak telefonla destek vermeye indiren bu bileşimi bizi yüzyıllardır kıvrandıran "suçluluk" duygusundan ve "vicdani muhakeme"den yüz akıyla çıkarabilecek midir?
Işığa Sarılmak hayatta hepimizin başına gelen annelerimiz ve babalarımız hastalandığı ve yaşlandığı zaman onlarla ne kadar ilgilendiğimizi onların bize verdiği sevgiyi ve şefkati tam da en çok ihtiyaç duydukları zamanda bizim onlara ne kadar gösterdiğimizi sorgulayan bir roman. Aynı zamanda bir oğulun yakalandığı ölümcül hastalık nedeniyle annesinin yatağı başında kendi vicdanı ve hayatla muhasebesini yaptığı bir roman.