Yol boyu boşaltılmış Êzîdî köylerinin hüznüyle bütünleştim. Kırık kapılar bir yanı yıkık bir yanı dik duran duvarlar... İnce pencere camlarına tünemiş serçeler zıplayıp sağa sola hüzün dağıtıyorlar gidenlerin arkasında ağıt yakıyorlar; beni hiç görmediler belki görüp görmemezlikten geldiler. Evlerin önündeki boynu bükük kel ağaçlar kırık dalları yerle birleşmiş. Afîye'nin evinin önünde durdum. Sanki beni içeri çeken bir güç vardı. Olmayan kapının eşiğine geldim. Kapının sağında büyük bir bulgur sokusu sokunun üstüne işlenmiş bir tavus kuşu kuşun kanatları taşa kazılı ve renkli boya ile boyanmış sanki hiç ama hiç kullanılmamış gibi canlı. Devasa bir dut 106 ağacının gölgesine sığınmış bir nar ağacı ortadan ikiye bölünmüş bir yanı yerde bir yanı incir ağacına dayanmış sanki birbirleriyle sarmaş dolaş ayakta durmaya çalışıyorlar. Yan taraftaki kuyu sadece kuru yaprak yığınıydı. Evin etrafına çekili bir metre boyundaki duvar yıkık evi korur gibi duruyordu. Evin tavanı sökülmüş. Belli ki ağaçları söküp götürmüşler. Çıplak duvarlardan sıvayı oluklaştırmış gözyaşları girişte kocaman bir yüklük oluşturmuş. Salondaki ocak hâlâ karalığını koruyordu. Bacası yıkılmış; raflığına tüneyen kuşlara barınak olmuş. Kırık bir tahta beşiğin bir yanı ocağın önünde duruyor. Duvara gömülü pencereler; birinin içinde yırtık bir çocuk terliği yarısı yanmış bir oklava. Sanki etrafta görünmez bir ölüm vardı. Yola koyulunca kendimce öyle bir cinayet işlemiştim ki yaşama sevincimi öldürdüğümün farkına vardım.