"Önceki gün şölendeki eğlenceden yorgun düşmüş halk hala uykudaydı. Kasabanın saati altıyı vurdu. Kar tanelerinin yavaş ama kararlı düşüşüyle bir parça aydınlanan karanlıkta sadece belli belirsiz bir canlı sureti görülüyordu: giriş kapısının kemerinin altına sığınıp geceyi orada geçirmiş titreyen ve kendini mümkün olduğunca korumaya çalışan dokuz yaşlarında küçük bir kızın sureti. Uzun süre kullanılmaktan lime lime olmuş ince yün bir elbise giyiyordu başı yırtık pırtık ipek bir mendille örtülüydü ve çıplak ayaklarında ona çok büyük gelen kaba ayakkabılar vardı. Şüphesiz şehirde uzun süre şansını denedikten sonra aşırı yorgunluktan kapının dibine düşmüştü. Onun için bu dünyanın sonuydu; artık ilgisini çekecek hiçbir şey yoktu. Sonu teslim olmaktı. Açlık içini kemiriyor soğuk öldürüyordu; güçsüzlüğüyle kalbindeki ağırlıktan soluğu tıkanarak mücadele etmeyi bıraktı; sert bir rüzgâr karları döne döne etrafında savurdukça ona içgüdüsel bir korunma hareketinden yer değiştirme isteğinden ve bu eski taşların içine daha çok gömülme arzusundan başka bir şey kalmadı".
Dünya edebiyatının en önemli yazarları arasında sayılan Emile Zola bu romanında okurlarına 9 yaşındayken evsiz kalan kimsesiz Angelique' in rüyasını nasıl gerçeğe dönüştürdüğünü içten bir dille anlatıyor. Natüralist akımın öncüsü olan yazar mistisizm ile örülmüş bu psikolojik romanda yaşantıları ortaçağ azizleri ve mucizelerle çerçevelenmiş Angelique ve Hubertine'lerin temiz ve saf hayatlarını okurlarıyla buluşturuyor.