Peygamberlik müessesesi için mümin kimselerde ilk uyanan duygu bir çocuğun hayali saflığında Peygamberi görmek bakıp onun sesini dinlemek saadetinin hayalidir. Bu duyguyla başı yastığa konan gecelerde onu görmek hep hayırlara yorulmuş bir rüya olarak büyük bir mürüvvet sayılmıştır. İman edenlerce burnu en güzel kokuların sızlattığı bu hayal alemi bazen bir gül bahçesine; bazen dinginliğin ve sükunetin hüküm sürdüğü yerde gerçek bir dostun gölgesine benzetilmiştir. Peygamberlik hiçbir devirde inanan kavimler için bu duygusal bağdan kopuk emirler yağdıran mekanik bir müessese olmamıştır. Onlar hep insanoğlu için yaratılışın başka bir aleme açılan manevi kapısı olarak görüldü. Son Peygamberi görenler kadar onu görmeden inanan müminler için bu kapı kıyamete kadar açık bırakıldı. Bu kapının adı "Muhammed Peygamberin Sünneti"dir.
Peygamber sohbetini haberlerini müjdelerini benzer duygularla önemseyen sahabe meşgul olduklarında sohbetinden kaçırdıklarını daha sonra birbirlerini sorup öğrenmeye çabalıyordu. Onun sohbetinden bir kırıntıyı bile kaybetmeye tahammülleri yoktu. Zira Kur'an'ı korumayı tekeffül eden Rablerinin sünneti koruma görevini onu sahiplenen ümmetine tevdi ettiği inancıyla hareket ediyorlardı. Bu bilişsel ve duygusal davranışlar bütünü benzer reflekslerle onlardan sonraki nesillere tevarüs etti. Sahabenin sünneti korumak ve onu sahiplenmek gayretlerine ileriki dönemlerde hadisçiler mirasçı oldu. Önceki semavi kitapların korunmasının tekeffül edilmediğini bu vazifenin o kitapların ehline verildiğini ve sonucunu hatırlayalım. Fakat bu onları mesuliyetten kurtarmamış elleriyle kitaba yazdıkları yüzünden kınanmışlardır. Meseleye sathi bakan bazılarının sünnetten mesul olsaydık onun da Kur'an gibi korunmuş olması gerekirdi savı Kitap Ehlinin gafletine benziyor. Hz. Peygamber vefat etmiş olsa da hiçbir zaman müminler sünnetin kapısının onlara kapandığına inanmadı. Ümmeti onun sünnetini korumak saikiyle İsnad ilmini geliştirerek hep kendisini onun bağlısı hissetti adımlarını aradı sesini dinledi gölgesini takip etti.
İsnad kavramının birçok teknik başlığa sahip çok yönlü bir ilim dalı olarak ortaya çıkmasıyla beraber birtakım problemlerin yaşanması kaçınılmazdı. Çünkü bu bir tenkid ilmiydi. Fakat hadisçilerin yaptıkları işin mesuliyetini yüklenmelerini sağlayan bu kavram her şeye rağmen onların başarısının da sırrı oldu. Bugün isnad ilmine onların zaviyesinden bakmayarak rivayetleri kolaylıkla reddedenler hadis ehlindeki sünnetin kırıntısı dahi olsa onu elde etme motivasyonundan yoksundurlar. Zaten tam da bundan yoksun olmaları bir diğer adıyla rivayet ilmini hadisçiler kadar ciddiye almalarının önündeki en büyük engeldir. Elbette Hadislere getirilen eleştirileri kategorik olarak tek bir sınıfta değerlendirmek yanlış olur. Burada objektif bir tasnife gidilmesinin zorunluluğu açıktır. Ne var ki bu tasnifin yeri bu satırlar olmamakla birlikte şöyle özetlenebilir. Hadislere getirilen eleştiriler isnad ilmine metodolojik olarak şüpheyle bakanları dışarıda tutarsak genellikle insan faktörü ve metodolojinin kendisiyle ilgilidir. Bunlar sosyokültürel davranışın belirlediği farklı bakış ya da anlam ve algıya ilişkin doğal problemler yahut usul kaynaklı tenkitlerdir. Bu türden eleştiriler her halükarda hadis ilmi çerçevesinde cevap verilmeye değerdir. Bu kategoride bilgi ve ilim kadar yanılgılar da yanlış anlamalar da tabiidir. Aynı şekilde hakperestlik kadar mezhep taassubu da doğaldır.
Rivayetleri peşin peşin sahih zayıf demeden bütünüyle hadis olarak değerlendirmek nasıl hatalıysa hadislere ihtiyaç olmadığı düşüncesiyle onları tümden reddetmek de uç bir görüş olmaya mahkumdur. Birinci gurubun Hz. Peygambere uymak adına yaptığını düşündüğü şey bizzat Hz. Peygamber adına hadis uyduranın ahiretteki cezasına dair hadis ile çelişir. Diğer taraftan Kur'an'a sarıldıkları iddiasıyla Hz. Peygamber'in hadislerini inkar edenlere göre ise hadislere ihtiyaç yoktur! Hatta inanışlarına göre Kur'an'ı tebliğ görevi olan peygamberin ne tevhid ne din emirleri ne helal haram ne de gaybi haberler konusunda konuşma yetkisi yoktur! Ancak bu da Kur'an'la temellendirilmeye çalışılan ama bizzat Kur'an'a aykırı bir düşüncedir. Zira bu düşünceye göre indirilmiş Kitabın dışında bir dini emri vaz etmekten hatta konuşmaktan yasaklı tek Peygamber Hz. Muhammed olmaktadır! Buna mukabil Kur'an'da kendilerine kitap yahut sahife gibi ilahi metinler indirilmemiş pek çok nebinin kavimlerini peygamber lisanından şifai emirlerle korkutup müjdeledikleri açıktır. Bu iki basit örnek yaklaşım dahi bizlere rivayetlere karşı hadislerin tespiti usulüne uymayan her türden peşin hükmün kendi içindeki tutarsızlığını gösterir.
Esasen elinizdeki eser de yer verdiği rivayet örneğinde başta akla aykırılık iddiasıyla getirilen sahih nakilleri itibarsızlaştırmak anlamındaki bazı eleştirilerin tutarsızlığa işaret ediyor. Anlamdan algıya bir hadis problemi olarak ele aldığı bu örnekle bizce şunların altını çiziyor. Akıl süzgecimiz zaman zaman tıkanabilir. Bize akli gelmeyen bir hadisin başka bir akılla izahı yapılabilir. Çalışma belki her şeyden önemlisi sahih nakilleri inkar etmenin sanıldığı kadar kolay olmadığını gösterip bizi cüretkarlıktan alıkoyuyor. Eserin değindiği diğer bir problem de şudur: "Buna inansak ne olur inanmasak ne olur?! Din ve dünyamıza ne katar yahut neyi eksiltir?!" Sözleri ile hadisleri hafife almak. Burada da en hafifinden Kur'an'ın vasfettiği gayb haberlerine iman eden bir ümmet olma vasfımızı yitirmek tehlikesi bulunuyor.
Hadisler konusunda girişin ardından değindiğimiz tasnif bakımından tabii yanılgılardan veya doğal eleştirilerden apayrı bir bakış daha vardır. Zira kullandığı dil hadisleri ve onları nakledenleri yaftalayan kışkırtıcı bir dil olması sebebiyle farklı bir kategoridedir. O üslup ve içerik itibarıyla hadis ilmini anlamaya çalışmaktan ziyade demagoji yapar. Hadisler etrafındaki iddialarında ciddiyetsiz müstehzi çehresiyle kibirlidir. Titrettiği sesiyle bazen neşeli alaycı bazen hüzünlü bir oyuncu performansı sergiler. Tarihsel olarak kadim uydurmacılığın membaı sayılan kaynaklara pek hürmetkar ve naif iken hadisleri ezberleyen sahabeye dil uzatacak kadar cüretkardır. Bir yandan ashabı ve hadisçileri hedef tahtasına oturtan mürai bir yandan Peygamber ve ehlinin sevdalısı gibi gözükmeyi başarabilir. Mazur hiçbir tarafı bulunmayan böyle hezeyanlara hadis ilmi çerçevesinde değerlendirme yapma imkanı bulunmuyor. Şunu çekinmeden söylemeli ki patolojik izah gerektiren bu durum dini ilimlerin hiçbir sahasına da girmiyor. Bu itibarla eserimizin rivayet etrafında bazı eleştirilere yer vermekle yetindiği söylenebilir. Yazar zaman ve enerji kaybı olacağı kaygısıyla taammüden sünnet karşıtlığının ürünü olan iddialara yer vermemiştir. Başta ifade ettiğimiz doğal eleştirilere cevap üretmede izlenen metodun örnek rivayet ışığında benzer hadisleri anlamada yol gösterici olmasını umarız.