İçinde yaşadığımız parçası olduğumuz kurumsal yapılara ve düşünce sistemlerine nesnel bir biçimde mesafe alarak bakmak kimse için kolay değildir. Hele söz konusu nesnelliğin hoşumuza gitmeyeceğini bildiğimiz bazı gerçeklerin ortaya çıkmasını ima ettiği durumlarda direncimiz daha da artar... Ne var ki kendi geleceğimizi bilinçli olarak kurmak kaderimiz üzerinde işlevselliği olan bir söz söyleyebilmek kendimizi anlamayı gerektirir. Kafamızın niçin 'böyle' çalıştığını niçin 'bu tür' eğilimlerimizin olduğunu nasıl olup da 'bazı' şeyleri yadırgamadığımızı anlamak ise ancak bu anlamanın bir tür yüzleşme olarak yaşanmasıyla mümkün...
Söz konusu yüzleşme esas olarak zihniyet terimleriyle olmak zorunda. Çünkü toplumsal alışkanlıklarımızdan cemaat anlayışımıza devlet tahayyülümüzden bireyi kavrayışımıza bize 'doğal' gelen bütün tasavvurlarımız bu zihniyetin içinde şekillenmekte. O nedenle kendimizi anlamak öncelikle zihniyetimizi fark etmeyi onunla karşılaşmaya hazır olmayı gerektiriyor.
Zihniyet zamana dayanıklı sabit bir olgu değil... Değişiyor ve değiştiriyor... Öncelikle bizleri aşan bir dünyanın içinde yaşıyor olmamız ve o dünyanın sınırlarının her gün farklılaşması kendi zihniyetimizle onu sarmalayan zihnî algılama arasında bir uyum sorunu olabileceğini ima ediyor. Bu uyumun her zaman başarıyla sağlandığını ummak ise çok gerçekçi değil. Dolayısıyla zihniyetimizin yeterli esnekliği gösteremediği değişim süreçlerinin krizlerle sonuçlanması ve bunun bireyden cemaate oradan da topluma ve devlete uzanması şaşırtıcı olmamalı.
Bu kitap Türkiye'yi anlamak üzere yola çıkan ve zihniyetle yüzleşen makalelerden oluşuyor. İlk bölüm değişimin zorunluluğu karşısındaki uzun direniş yıllarının tahliline ayrılmış durumda. İkinci bölüm zihnî adaptasyonun başarıyla tamamlandığının sanıldığı ama aslında toplumun içten içe savrulduğu döneme gönderme yapıyor. Son bölüm ise ayakta kalma çabası içindeki bir ülkenin nerelerde ve niçin tıkandığını anlamamızı kolaylaştırdığını umduğum gözlem ve analizleri içeriyor.