Gözümü Tuğba'nın sesiyle açmıştım. Aniden doğruldum ve etrafımı incelemeye başladım. Tuğba'nın elinde şırınga vardı ve bana doğru yürüyordu. Korkuyla ayağa kalktım ve kalkmamla başımın dönmesi bir oldu. Bu sırada Poyraz beni tuttu. "İyi misin? Otur şöyle." Kolumdan tutuyordu. Yavaşça sedyeye oturttu ve yanıma oturdu. "Korkma bu iğne senin için değil. Üstelik kendisi Eczacı Tuğba hanım."
"Biliyorum." dedim. Sesim netti. "Kendisi abim olur."
"Abi? Senin abin mi var? Hem... Bu Tuğba..."
Sözünü kesmiştim. "O manada değil. Rp yani kendi kurgumun Rp'sini yaparken abim olmuştu. Sonra da ona öyle alıştım işte." Gözlerim yerdeki taşlardaydı. Sonuçta sevdiğim herkesin yeri ayrı bende. Bana göre görüşleri isimleri içleri... En önemlisi de kim oldukları farklı.
Bazı yaralar kapanmaz. Sadece yara bandı yapıştırılır. Ne de olsa yara bandının ömrü kısadır. Ya yıpranır ya da eskir...
Hafif kar yağıyordu. Yüzümdeki kanın aktığını hissettim ve elimi cebime attım. Aniden telefonumu aldım ve kameradan kendime baktım. Yüzüm... Gerçekten de kırmızıydı ve kanlar yavaş yavaş akıyordu. Geriye beyaz tenim kalıyordu. Önce kendime sonra da arkamdaki Coşkun Hoca'ya baktım. Hâlâ beni takip ediyordu. Bir anda durdu ve telefonunu aldı. Bekledi bekledi ve aniden kulağına götürdü. Yüzünden hiç iç açıcı olmadığı belli oluyordu. O telefonla konuşurken hızla yürüdüm ve önüme baktım. "Ben kimdim? Hatalarından kaçmaya çalışan insan mı? Yoksa suçsuz yere hataya düşen mi?" Soğuktan ellerim donuyordu... Çok geçmeden başım dönmeye başladı ve karşımda birini gördüm. Yakasına baktığımda rozeti görebiliyordum. Rozet... "Hülya" yazıyordu. "Hülya... Ah Bengü'nün ablası olmalı." diye iç geçirdim.