"Çaresiz kaldığım zamanlarda gider bir taş ustası bulur onu seyrederim. Adam belki yüz kere vurur taşa. Ama değil kırmak küçücük bir çatlak bile oluşturamaz. Sonra birden yüz birincide taş ikiye ayrılıverir. İşte o zaman anlarım ki; taşı ikiye bölen o son vuruş değil ondan öncekilerdir" diyen Jacob Riis'in sözünü anımsayarak; asla kuşku duymadık: Bu hikâyenin sonu -mutlaka- tatlıya bağlanacaktı...
Yani bizde sonrakiler bizim gibi yargılanmayacaklardı!
Onlar bizim mağduru olduğumuz "hak(sızlık) ve hukuk(suzluk)"a maruz kalmayacaklardı...
Hatta bu konuda yazdıklarımızı yani mahkeme savunmalarımız okuyanlar "Bunlar da mı yaşanmıştı?" diye soracaklar şaşkın şaşkın...
Hatta mahkemelerin çoğu işsizlikten kapanacaktı...
Mahkemeler karşısında yargılanırken biz hep bu hayalleri kurduk "kelepçemin demiri seni pulluk yapacağım" diyerek...
Gelmesi kaçınılmaz olan gelecekteki gerçeği müjdeleyen hayallerimiz ütopyalarımız; "bizden biri olan Ahbarik Hrant"ın "günah keçileri" ilan edilenlerin "devletin duvarları" ardına kapatılanların sürgüne gönderilenlerin kurşunlananların yani hasılı suda balık havada kuş toprakta karınca kadar çok olan onların insan(lar)ımızın ele avuca sığmaz çocuksu sevda ve aşklarıyla beslendi...
Bize düşense mahkemeden zindana -onlardan öğrendiğimiz gibi- aşktan ve hayattan vazgeçmeden bizi insan kılan şeylere ihanet etmemek oldu...