Bu kitabı yazmaya girişmemin ilk nedeni; her insanın kişisel gelişiminde aile ve toplumun olduğu kadar o bireyin ilgi duyduğu bazı şöhretlerin de rol oynayabileceği düşüncesine sahip olmamdır. Beni bu konuda akademik bir şeyler yazmaya iten ana neden ise; hemen hemen her insanı az çok etkileyen bu şöhretleri kendi alanları haricindeki bir alanda görmenin bireyin şöhretle kurabileceği duygusal ilişkinin daha da derinleşmesini sağlayabileceği varsayımıyla tüm taraflara (tüketici-şöhret-pazarlamacı) bir kazanım yaratabileceği düşüncesidir. Tüketicinin şöhretin eserlerinden duyduğu hazzın şöhretin ürün ya da markayla ilişkilendirilmesiyle daha somut bir biçime dönüşmesi sağlanır ki tüketici açısından o ürüne sahip olmak ve/veya kullanmakla belki de zirve noktasına ulaşılabilir. İşte ürün ya da markanın değerleri ile şöhretin değerleri örtüştüğü takdirde ve hedeflenen taraf olan tüketicinin değerleriyle de bir uyum sözkonusu olduğunda tüketicinin bu birlikteliğe saygı duymaması işten bile değildir. Pazarlamanın insanları hedonist duygulara tutsak ettiğini tüketim çılgınlığına yönelttiğini söyleyenler bulunabilir. Bireyin mutluluğu esas alındığında bu mutluluk sahip olunan değerleri ve dünyayı yok etmediği sürece niçin aşk sevgi seks sanat gibi olgularca olduğu kadar ürün ya da markalarca da sağlanmasın? Şöhret bilfiil kişiliği ya da yapıtlarıyla bireyi mutlu ediyorsa bu şöhretle evlenmiş olan sevilen ürün ya da markalar da çifte mutluluğa giden yolu açacaktır. Bu sebeple pazarlamada şöhret kullanmak ticari bir amaç güdüyor gibi görünse de tüketicinin çok daha memnun olmasını sağlayarak markanın psikolojik değerini artıracaktır. Başka bir deyişle bir tüketicinin sevdiği markanın tamamlayıcı bir unsuru olarak yine sevdiği ve beğendiği şöhretleri birlikte görmesi hem markaya hem şöhrete hem de tüketicisine yarar sağlayacak bir ilişki biçimidir. Dolayısıyla bu kitabı yazmak şöhretlerin aslında ne kadar çok yaşamın dolayısıyla pazarlamanın da vazgeçilmezi olduğunu vurgulamak açısından bir görev olmuştur.