Bütün o uzun yıllar içinde aynada kendilerine ancak bir kaç kez bakabildiler; gördükleri bir başkasıydı. Uruguay askeri diktatörlüğünün bitmez tükenmez işkencelerden dolayı yıpranmış bir tabuttan daha büyük olmayan barakalarının yalnızlığıyla lanetlenmiş hint fakirleri gibi zayıf 'rehineleri' bir kışladan diğerine taşınıp duruyorlardı. Nesnelerle bile konuşamıyorlardı. Hücrelerde eşya yoktu hiç bir şey yoktu. Yeni bir işkence raundunun habercisi olabilecek parmaklıklı kapıların her gürültüsüyle veya postal sesleriyle havaya sıçrayarak buz gibi soğuk beton zemin üzerinde uyuyorlardı. Bazen onlara su ile verilmiyordu o zaman kendi idrarlarını içiyorlardı. Bazen yemek verilmiyordu o zaman sinek solucan kağıt toprak yiyorlardı. Bazen bir mucize gerçekleşiyordu: Serin bir esinti örülmüş pencerelerdeki bir delikten içeriye portakal kokusu taşıyordu ya da içeriye ince bir ışık çizgisini düşürüyordu belki de delikte içeriye girme yolunu bulan bir kuştüyü oluyordu. Bazen duvardan yan hücredeki tutuklunun verdiği bir haber duyuluyordu; parmak tıkırtılarıyla iletilen bir mesaj...