İtalyan sanat tarihçisi Giovanni Curatola'nın Türkiye: Selçuklulardan Osmanlılara Sanat'ı Türkiye'ye özellikle de Türk sanatını olanca görkemi ve güzelliğiyle temsil eden İstanbul'a odaklanıyor.Bizans İmparatorluğu'ndan çeşitli toprakları ele geçirip doğu sınırboylarından Anadolu'nun içlerine dek yayılan Selçuklular yerleştikleri bölgelerdeki taş kullanımını benimseyerek özgün bir sanat yaratırlar. Taşı ağırbaşlı iç mekânlar yapmak için kullanırlar ama cepheler ve taçkapılarda aynı malzemeden şamanlık çağrışımlarıyla bozkır geleneğiyle ve İslam'ın hat sanatına geometrik motiflere olan tutkusuyla yüklü eşsiz bir süs zenginliği oluşturmak için yararlanırlar.Yönetimin Osmanlı Türklerine geçmesiyle ve İstanbul'un fethiyle birlikte siyaset ve sanatın ağırlık merkezi Akdeniz'e doğru yön değiştirir ve Bizans mimarisi yavaş yavaş biçim kazanan Osmanlı mimarisi için bir model oluşturur; kendine özgü bir çehresi olan Osmanlı mimarisi âdeta imparatorluk tutkularını güvence altına almak için Anadolu'daki bu buluşmayı asla unutmayacaktır. On altıncı yüzyılda çok-etnikli ve çok-kültürlü imparatorluk bir kez pekiştikten ve etkili bir idari yapı oluşturduktan sonra Kanuni Sultan Süleyman'ın yönetimi ve koruması altında Büyük Sinan dönemi başlar. Hemen hemen aynı yıllarda yaşayan Michelangelo ile karşılaştırabileceğimiz büyüklükte bir deha olan Sinan hem Akdeniz geleneğini hem Asya kültürünü özümseme gücü olan şaşmaz bir mimarlık dili yaratır. İstanbul'daki Süleymaniye Camii Edirne'deki Selimiye Camii ve imparatorluğun en önemli şehirlerinde yapılan camiler hem Akdenizli hem evrensel başyapıtlardır. Yaklaşık yüz yaşında ölen Sinan Türk ve İslam sanatında silinmez bir iz bırakmış ve kendisinden sonra gelen herkes için vazgeçilmez bir referans noktası oluşturmuştur.Bu yüzyılların süsleme sanatları da bu kitapta örnekleri verilen tezhip minyatür dokuma halı ve çinide güzele olan arzuyu renge olan tutkuyu zarifliğe yönelik disiplin ve arayışı gözler önüne serer. Hiç de sık sık söylendiği gibi bir çöküş sanatının temsilcisi olmayan Osmanlılar 18. yüzyılda Avrupa'dan ve Art Nouveau'dan gelen ve bütün 19. yüzyıl boyunca başkent sanatını belirleyen etkilere yeni bir biçim vermeyi bilmişlerdir; bu yalnızca bir Batı akımını kabullenme olmayıp kendine özgü ve özgün bir kökü önemli yapıtlarda Doğu'dan ve Batı'dan farklı hatta uzak yankılara kulak verip bunları birleştirebilme yetisini dışavurur.