Kana kesmiş üç çiçek...
Yalnızlığa yaralı üç kadın...
Ve sessiz kuytusunda bir çocuk adam...
Küçücük bir odanın tanıklığında farklı zamanlarda bir araya gelen yaşamlar...
Özgün kurgusu ve çarpıcı çözümlemeleriyle evrensel nitelikler taşıyan bir anlatı...
Teoman Hekimoğlu'nun üç kadına açılan sırlı kapısı Sê Zen gerçek bir başyapıt...
"Kadınları çiçek olarak gören iki türlü insan vardır; şairler ve aptallar! Çünkü yalnızca bu ikisi kadınlardaki çiçekleri hâlâ görebilenlerdir. Yok inan ki sahiden öyle yalnızca bu ikisi!"
Kitaptan:
Süreyyâ çiçekçi dükkânının camekânından dışarıyı çok eski bir masaldan artakalan İstanbul'u seyrediyordu. Pirelerin tellal olduğu develerin berber kaldığı bebelerin kocamışların beşiğini tıngır mıngır salladığı kulelerinden çatılarına burçlarından surlarına yankıyan bir masaldı İstanbul...
Kubbelerinin baş döndürücü yayvanlığı ve dilsiz lâl minareleri ile İstanbul bir bilmeceler sarayı...
Zoraki görünebilen güneş şehrin dar sokaklarında boydan boya geziniyor her köşeyi sanki kızıl kan damlalarıyla boyuyordu. Tapınakların diplerinde kurumuş çeşmeler hemen her yanda karanlık delikler semalarda kapkara garip biçimli dilsiz gölgeler kıpraşıyordu.
Süreyyâ daha Boğazı hiç geçmemiş bir çocuk gibi bakıyordu şehre. Kim derdi ki dünyanın nabzı asırlarca bu şehrin yüreğinde atmış?
İstanbul... Bin haramiler şehri...
Şehrin alevi en güzel giysileri içinde önünden geçiyor yeryüzünün bütün günahları şehrin gürültüsünü tatlı bir ezgi belleyip sözsüz bir oyun oynuyordu sanki. O güne dek belli belirsiz kafasından geçirdiği hayaller ansızın gerçeklik kazanıyordu.
İstanbul her çeşidiyle farklı renk farklı koku ve farklı dokudaki çiçeklerin bir araya bağlandığı koskoca bir demet iken.
İstanbul koca bir şehrin renk cümbüşü gerisi sadece bir düş konusuydu.
Bir düş... Bir düş güzeli...
Doğuya doğru şehir surlarının gölgesinde tepeler oynaşıyordu. Batıya doğru başka tepecikler belirginleşip gölgelerin yoğunlaşmasıyla daha da kararıyordu. Çöp yığınları... Ve beride adeta ölülerin bile terk ettiği bir mezarlık.
Ve o şehrin yanında Süreyyâ'nın da yaşadığı İstanbul'un o görmezden gelinen sekizinci tepesi Kader Mahallesi... İstanbul'un sekizinci tepesi... Renklerin sihre kestiği ışığın tılsıma küstüğü...
Gerçekle düş arasında kurulmuş salıncakta salınan bir yerdeydi Kader Mahallesi bir varmışa bir yokmuşa...
Sanki mahalle şehrin kapısında içeriye girmek için sırasını bekliyordu. Sanki yüzyıllardır...
Sanki bir dev şehrin hemen dışında kocaman ayaklarıyla kirli su birikintilerine basmış da yerler sarsılırken etrafa sıçrayan çamurlar kuruyup şekilden yoksun bu mahalleyi ve onun evlerini oluşturmuş gibiydi.
İstanbul'un sur dışı yoksul semtleri... İstanbul'un masalı sur içinde anlatılsa da surlar dışından daha sessiz dinlenir daha sesli duyulurdu. Büyü de buradaydı hep sihir de... Sözcüklerin sessizliğinde...