"Ârif'in kalbi genişleyerek öyle bir mertebeye ulaşır ki içindeki şeyler de dâhil arşın yüz milyon katı genişliğinde bir şey ârifin kalbinin köşelerinden bir köşede bulunsaydı ârif onu hissetmezdi... Çünkü yere göğe sığmadığı bildirilen Hakk'ı ârifin kalbi istiâb etmişken ve bu ilgili kudsî hadisin işaretiyle sabit iken kalp yine de kanmamıştır... O halde Hakk'ı sığdıran ârifin kalbi Hakk'ın vasıflarından ve mahlûk?tından daralmaz."
"O halde ey dinleyen! İş (emr) nasıl olur"
"... Şu halde sen varlığını bil sen kimsin? Aslın nedir? Hakk'a nisbetin nedir? Sen neyle Hak'sın ve neyle âlemsin? Niçin mâsivâsın ve Hak'tan ayrısın? Bu ve benzeri sorularla kendi durumunu sorgula ve araştır." (İbnü'l-Arabî)
"Bir can ki olgunlaşır da son mertebeyi (:müntehâyı) aşınca; artık her şeyin canı ona itaat eder hale gelir; kuş balık in cin insan... Hepsi ona itaat ederler; çünkü o üstünlüktedir öbürleri noksanlıktadır..."
"Kıyamete kadar onun (:kâmil insanın) vasfını söyleyip övsem tükenmez. Benden bu övgüye bir nihayet ve son beyit isteme. Hasılı o beşer sûretinde esas varlığını gizleyen bir güneştir. Artık anlayıver. Doğrusunu Allah daha iyi bilir." (Mevlânâ Celâleddîn)
Tasavvufî düşünce geleneğinin üzerinde durduğu temel konulardan biri olan insân-ı kâmil konusunu sûfî geleneğin irfân ve aşk mekteplerini şahıslarında tebellür ettiren iki düşünürün Sultânu'l-Ârifîn İbnü'l-Arabî'nin ve Kutbu'l-Âşıkîn Mevlânâ'nın düşüncelerinden hareketle ortaya koymaya çalışan elinizdeki eser insan doğasının rasyonel ve analitik aklın verâsındaki imkânlarına işaret etmekte; kâinâtın gizemli fihristi olarak görülen insanın ancak keşf ve müşâhedeyle nüfûz edilebilen varlık katmanlarına ve istidatlarının neler olduğuna dair tesbitlerini içermektedir.