Birinci mazeret herhalde bir tür hayata tutunma kaygısı... İkinci mazeret ise bir tür meydan okuma: Yazdığınız yazının zamanın aşındırıcı etkisine direnebilecek güçte olduğunu bir gün içinde eskimeyeceğini on yıl sonra yirmi yıl sonra da okurun belleğinde edebî bir tat bırakabileceğini ummak istiyorsunuz. Kitap size bunu test etme şansını veriyor.
Ve son mazeret: Her gün yazarken yaşadığınız döneme de tanıklık ediyorsunuz. Bir tür günlük tutuyorsunuz. Bu günlükteki birbiriyle ilintili yazılar bir araya toplandığında hem günlük örülmüş bir dönem profili çıkıyor ortaya hem de o olaylara ilişkin söylediğiniz sözlerle o döneme eleştirel bir bakış açısı ortaya koyma şansı yakalıyorsunuz.
Can Dündar Yağmurdan Sonra'nın ilk baskısına yazdığı önsözde basın ve medyayla ilgili yazılarını derlemesinin "mazeret"lerini böyle sıralıyor. Yağmurdan Sonra'yı yazıldıktan yıllar sonra hâlâ güncel kılan da bu olsa gerek. Zira gittikçe ticarileşen ticarileştikçe de ilkelerinden büyük tavizler veren basının ve medyanın yakın tarihinden çok önemli anları yorumlayan basın-iktidar ilişkilerinin dününe ve bugününe bakan Can Dündar bir yerde bugünlere nasıl geldiğimizi anlatıyor aslında; bilerek ya da farkında olmadan yağmurun ardından çıkacak büyük fırtınanın haberini veriyor...
Yasama yürütme ve yargının ardından belki de onlardan daha hayati bir rol oynayan dördüncü güç olan basının bu ülkede günbegün nasıl kirlendiğini işlevsizleştiğini ve başka güçlere tabi bir güç haline geldiğini gözler önüne seren Yağmurdan Sonra insanı hem çok şaşırtan hem de "Hiç şaşırmadım" dedirten kitaplardan...