Viktorya öyküleri olarak başlayıp yirminci yüzyılın ilk yıllarında yeni sanat ve gelişen bir endüstri olarak işaret edilen sinema zamanla kendi başına tamamen ayrı bir sanat dalı haline geldi. Birçok kişi sinemanın yirminci yüzyıla damgasını vuran sanat dalı olduğunu iddia eder. On dokuzuncu yüzyılın son otuz yılı ile sesin filmle buluştuğu 1929 yılı arasındaki zaman dilimi sinema sanatında büyük teknolojik ve estetik değişimlere sahne olmuştur. Sonuçta ise filmin apayrı bir biçim olarak öne çıktığı sessiz sinema çağı oluşmuş; yönetmen ve oyuncular birlikte çalışarak sanatsal kıstasları birlikte değiştirmişlerdir. 1927'de The Jazz Singer filmi ise Al Johnson'un o ölümsüz "Daha hiçbir şey duymadınız" sözleriyle bu dönemi eşsiz bir şekilde sona erdirir.
Hareketli görüntüler oluşturmayı amaçlayan teknolojik deneyler ilk olarak Avrupa'nın her yerinde birçok kişiyi peşinden sürükledikten sonra hızla maddi olarak sömürülebilecek yeni bir iletişim aracının geliştiğini fark eden ticari oluşumların ilgi odağı olur. Sinema ilk günlerinden beri sinema ve ticaret arasında gidip gelmiştir. Seyircilere kaydettiği "gerçekliği" yeniden yansıtmaktan öteye geçemeyen ilk filmler çok basit yapıdaydı; fakat montaj hareketli kameralar stüdyo ve gerçek mekân çekimleri gibi yaratıcı teknikler oluştukça sinema da karmaşıklaştı. Zamanla bir film seyirci topluluğu da oluştu ve vodvil günleri artık sayılıydı; yaratıcı ve eleştirel bir topluluk sinematik eşitliğin yapım tarafında bir araya geldi.
Sinema tarihine baktığımızda eğlence sektöründe çalışan birçok kişinin sanatın biçimsel gelişimi ve teknolojik yeniliklerine çokça katkıda bulunduğunu görürüz. Bildiğimiz anlamda "sinemayı" tek kişinin icat ettiğini söyleyemeyiz; fakat Georges Mélies D.W. Griffith Cecil B. DeMille ve Charlie Chaplin gibi yetenekli insanların biçimin sınırlarını genişlettikleri bir gerçek.