Geçmiş onlarca yıl öncesinden yakın döneme kadar insanın nasıl öğrendiği konusunda yapılan çalışmalar zihin odaklı ya da zihnin çevresinden izole edilerek araştırılmasına dayanmaktaydı. Fakat bu çalışmalar gerçekte öğrenmeye dair bütün resmi göstermek yerine resmin sadece sınırlı bir parçasını göstermekteydi (Wertsch 1991 pp 1-5).Öğrenme bu açıdan bir bireysel gayret sonucunda bilgi edinme süreci olarak tanımlanmaktaydı (Sfard 1998). Örneğin Piaget'e göre öğrenme bireyin çevresine adapte olması için gereklidir ve bu adaptasyon sürecinde birey zihninde sürekli olarak bilgi yapıları oluşturur. Ona göre bu yapılar bireyin çevresiyle sorunsuz bir şekilde etkileşimini sağlar. Bu sorunsuzluk devam ettiği müddetçe bu bilgi yapıları değişmeden kalır. Fakat birey çevresiyle etkileşimi sırasında açıklayamadığı bir obje ya da olgu ile karşılaştığında ya da bu temel yapıların yetersiz kaldığı durumlarda birey zihinsel olarak bir dengesizlik yaşar ve bu dengesizliği aşmak için yeni yapılar oluşturma ihtiyacı duyar. Bu yeni yapılar sayesinde birey yeni karşılaştığı duruma adapte olur. Piaget'in bu öğrenme yaklaşımı dikkatle incelendiğinde öğrenme zihinsel bir hareket sonucu birey tarafından gerçekleştirilmektedir. Çevre ise bu süreçte öğrenmenin başlaması için gerekli zihinsel dengesizliği sağlayan bir dış etken olarak görülmektedir. Dolayısıyla onun bu yaklaşımında öğrenme çevresel etkenler kaynaklı bireysel bir çaba sonucunda bilgi edinme süreci olarak görülmüştür. Yaklaşık 1980'li yıllardan günümüze kadar bu yaklaşım tüm dünyada popülerlik kazanmış ve öğrenme kavramsal değişim ya da bilgi yapılandırılması olarak görülmüştür. Bu yaklaşımda insan zihni bilgi ile doldurulan bir kese gibi görülmüştür. Fakat günümüzde bu paradigma yerini yeni bir paradigma olan katılımcı yaklaşıma bırakmaktadır.
Günümüzde birçok felsefeci ve araştırmacı öğrenme sürecini bireyin sosyal aktivitelere katılması olarak görmektedir. Bu yaklaşıma göre birey bir topluluğa katılarak bu topluluğun normlarını değer yargılarını ve dilini öğrenmeye çalışır. Dolayısıyla bu yaklaşımda öğrenme bir bilgi birikimi olarak görülmez. Aksine öğrenme bir kültürel gelişim olarak görülmektedir. Bu gelişim sürecinde birey sosyal aktivitelere katılarak topluluğun dil ve değerlerini öğrenir ve bu süreçte onun bir parçası haline dönüşür. Dolayısıyla bu yaklaşıma göre sosyal aktivitelere katılım ve onun bir parçası olmak öğrenmenin gerçekleşmesinde önemli bir adımdır (Vygotsky 1981 p. 163). Örneğin fen bilimlerinde bilginin elde edilme yöntemi ve kullanılan kavramlar (örneğin gen atom kimyasal reaksiyon hücre ışık vb.) ile günlük hayatta bilgi elde edilişi ve kullanılan kavramlar karşılaştırıldığında öğrencilerin fen sınıfl arında yeni bir kültürle karşılaştığı söylenebilir. Fen bilgisi dersi birey için yeni ve farklı bir kültüre katılım gibidir. Benzer şekilde bölme çarpma üçgen daire integral vb. kavramlarıyla ve özel kuralları ile matematik dersi günlük hayatın kültüründen çok daha farklı bir kültüre sahiptir. Dolayısıyla her bir disiplin farklı ve yeni bir kültürü temsil etmektedir.