Sokaklardan yalnızca tanklar geçiyordu. Askerlerden birini ateş istemek bahanesiyle durduracak göğsünde sakladığı bağ bıçağıyla öldürecek ondan sonra da ölmek için tankın önüne yatacaktı.
Annesi biliyordu bir an olsun yalnız bırakmamış kapı önünden yaka paça içeriye taşımıştı. Hâlâ tanklar geçiyordu.
Hangi ülkeye mensup olduklarını bilmediği askerlerin postalları yere düşen ne varsa; güz yaprağı/umut/geçmiş/gelecek/bez bebek/bayrak/kitap; ne varsa çiğneyip geçiyordu. Bir kez daha annesinin elinden kurtulup "İşte buradayım kurşununuz nerede?" dercesine yürüdü. Daha düne kadar korkuyla ölüm korkusuyla baktığı gözlere dimdik baktı baktı... Korkunun bittiği yerde hiçbir tehlike de kalmıyordu. Umudunu onurunu yitirdiği yerde ölüm korkusu da olmuyormuş meğer. Sokaklar boyu yürüdü.
Kurşunlara karşı yürüdü... Askerleri kışkırtan edalarla yürüdü. Neden birisi çıkıp da tetiğe basmıyordu hâlâ? Neden birisi tanktan inip de üstünü başını parçalamaya yeltenmiyordu? Akşam olmak üzereydi. Evin avlu kapısında durdu. Ellerini açıp göğe kaldırdı.
Kızılımsı bulutların arasından görebildiği mavi boşluğa baktı: "Neredesin? Ey güçlünün Tanrı'sı neredesin? Sesimi duyman için daha ne yapmalıyım? Aha bak; şu arka sokaklara köşe başlarına bak! Yerlerdeki kurumuş kan izlerini de mi görmüyorsun?
Tek kurşunla yüzükoyun yere düşmüş altı yaşındaki kuzenimin izi var o köşe başında... Öte sokaklarda evlerin arka bahçelerin de kimler kaç çocuk birer kurşunla uçtu gitti? Anam hastalanıp ölen çocuklar için 'Onlar meleklerin yanında!' diyordu. Meleklerin yanında yer kalmamıştır artık...