Köprünün ulu bir kaya gibi dimdik ayağına sırtını dayadı yaşlı kadın. Ucunu bir söğüt köküne bağladığı misina bulanık suyun içinde titriyordu. İpi tuttu. İp çelik halat gibi gergindi. İpin ucundaki sağa sola kaçıyor her zaman yüzüp durduğu ata dede yurdunda şimdi niçin özgür olmadığını anlamaya çalışıyordu. Asıldı ipe. İpin ucundaki yetti artık der gibi suyun yüzüne fırlayıp çırpındı. Yaşlı kadın dün atmıştı oltayı suya. İpin ucundaki kim bilir ne zaman düşmüştü bu tuzağa bu belaya. Artık nasıl olmuşsa her zaman canına can katmak için yediği yem onu böyle tutsak etmişti. Yaşlı kadın çırpınışlara aldırmadan yavaşça çekti ipi. Ta kıyıya kadar gelmişti ipin ucundaki. Evinden çok uzaklarda olduğunu bir daha yurduna dönemeyeceğini anlamıştı. Buna rağmen kıyıda arka arkaya birkaç kez daha çırpındı. Kadın hızla çekip çimlerin üzerine savurdu avını. Karnını doyuracak kadar iriydi avı. Durmadan açılıp kapanan ağzı kanıyordu balığın. Sonunda durdu soluğu. Yaşlı kadın iğneyi çıkardı. İpi sardı. Her zamanki yere gizledi. Kuşağından Sivas işi sapı boynuzdan ağzı eğri çakısını çıkardı; çatallı ince bir söğüt dalı kesti dalı soydu balığı solungacından çatala geçirdi. Yorulmuştu. Derin derin soludu. Sopasına dayanıp köye doğru beş on adım attı birden durdu döndü sopasını köprüye doğru uzatıp hiddet dolu bir sesle haykırdı.
"Keşke olmasaydın! Keşke dikmeyeydik seni şu gâvur Aras'ın üstüne! Zalim Aras'a her bahar can kurban edeydik keşke! Yeter ki köyümüz..."