Turgut Toygar şiirinden söz açmak isteyenin elinden 'tuhaf' sözcüğü tutar; 'tuhaf'ın her türlü hâlini çiçekleri hasreti aşkı merhameti dolaşan duygusunu yaşatır bize şair. Gördüğünü ve duyduğunu aracısız bir dille yaşamışlığın diliyle söyler. Şiirleri 'yapılmamıştır'; sentetik ve kuru değildir; söylenmiştir. İçten ve kederli bir iklime sokar bizi yazdıkları. Kendi üzerine çökmüş siyah hikâyeden bronzlaşmış bir ses eşliğinde- evet bronzlaşmış- kalıcı dizeler taşır şiir antolojimize. Şiirlerinde; dar geçitleri cephanelikleri yarım kalmış şarkıları kendi hayatına uygun bir ahenkle ortaya koyan şairin varlığı bu ülkede 'kayıt dışı' tutulmuş bir hacmin de sözcülüğünü yapar. Onda kendinden önce gelmişlerin söylerken unuttuğu boşlukları alçak sesle dolduran bir hürmet; gelecek olanları başkaldırıyla eve davet eden bir ayaklanış aynı anda işleyip durur. Dinleyen ve susan bilen ve konuşmayan köhne bir abdal diyelim ona. Aynı anda sıktığımız yumruklardan geriye kalan şiir oldu. Yazdıkları bize 'yazmadıklarımızı' getirdi; sustukları bize fazladan konuştuklarımızı hatırlattı. Bir görgü mü? Evet bir şiir görgüsü almıştır kendi kuytusunda sesiyle bulunmuş hatıralar eşliğinde. Şiir ona 'gelen' bir şey oldu; ' gitmedi' hiç düz yazıya. Kendi öznel tarihini toplumsal olanla birleştiren birinin yaraları olarak da okunabilir bu kitap. Temel iddiası 'iddiasız' olmasıydı. Şiirin çokça susmak derinleşmek ve dalgın kalmak olduğunu erken yaşlarda fark etti. 'taşımak için çok ağır' bir hayatın kara bir su gibi dizelere dökülüşünün güzel örnekleriyle tanıştırdı bizi. Şiirle yakalandı; piyasa ilişkilerine yüz vermedi; şiirin içinden kendine baktı 'bu da geçer ya hû' dedi. Turgut Toygar bize 'Kuğular Ölürken Şarkı Söylemez' adlı bu son kitabında ölümle aşkın iç içe oturduğu iki ucu da keskin bir zamanı söyledi.
Şeref Bilsel