Roman Zehra'nın Korkut'a rastlayana kadar farkına varmadığı kendi ıssızlığına giden mücadeleli yolun ve bu yolda her daim önünü tıkayan geçmişiyle yüzleşmesinin hikâyesi. Zehra yalnız çıktığı bir deniz kenarı yürüyüşünden Korkut'la birlikte döner. Bu karşılaşma; kadının erkeğin ikliminden etkilenmesi midir yalnızca? Zehra önceleri öyle sanır ancak adamın karanlığı içini ürpertmeye başladığında dönüp kendi içine bakmak zorunda kalır ve her bakış onu geriye doğru akan bir nehirde yüzmeye iter. Bir yapboz gibi önüne serilmeye hazırlanan geçmiş her bir parçada canını acıtır; en çok da yedi yaşında bir kız çocuğu olarak Sultanahmet'in paket taşlı yokuşlarından aşağı koşarken oyunların sonsuz coşkusunu bıçak gibi kesiveren o talihsiz gün!
Hayriyem Zeynep Altan ilk romanında olduğu gibi burada da kadın dünyasının gizemlerini aralıyor. Aşk ilişkiler cinsellik kader ve haset temaları üzerinden hayatın her an ıssızlaşmaya muktedir yanlarını bu kez yalın ama şiirsel bir dille anlatıyor.
"Onlarcası içinden oldukça büyük siyah çerçeveli bir resim anımsıyorum. Salonun sağ duvarında asılıydı ve her geldiğimde bakardım: Çıplak bir kadın belli belirsiz bir şeyin üzerinde oturuyor. Güzel bir yüzü uzun siyah saçları var. Dikkatle süzüyorum onu. Uzun boynunu omuzlarını ellerini memelerini ince belini karnını bitişik uzun bacakları arasında kalan o bölgeyi ve ayaklarını inceliyorum. Çıplaklıkla ilgili olumsuz bilgime rağmen kadının kendinden hoşnutluğunu huzurlu bütünlüğünü beğeniyorum. Büyüdüğümde bedenimin böyle güzel olmasını istiyorum. Aslında sadece güzellik değil beni cezbeden kadın olmayı merak ediyorum. Bir kadını böyle içine kapatan güzel şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum."