Gazeteci Tuğçe Tatari'nin macerası o dönem çalıştığı Akşam gazetesine yazdığı bir yazıyla başladı. O yazıda PKK gerillalarıyla kucaklaşan BDP'li milletvekillerini eleştiriyordu. Siyaset de böyle yapılmazdı ki?.. Ancak büyük laflar her zaman yerini bulmuyordu işte ya da yazı her ne kadar övgü alsa da yazarının kafasında soru işaretleri bırakabiliyordu. Ve bir kere sormaya başladıktan sonra da ne pahasına olursa olsun cevabın peşinden gitmek gerekiyordu. Önce KCK Basın Davalarını izledi Tuğçe Tatari. 2013 Nevrozunda Diyarbakır'daydı. Ama Türkiye'nin yıllardır içinden çıkamadığı Kürt sorununu anlamak için bu kadarı yetmezdi. Yeni istikametini belirledi: Kandil. Çıktığı yol üzerindeki duraklara da uğradı; Ezidilerin kutsal mekânı Laleş'e ve çölden bir yerleşim birimine dönen Mahmur Kampı'na... Ardından Avrupa'daki Kürt gazetecilerle görüştü. Cezaevlerinde bulunanların sesine de kulak vermek gerekiyordu ki orada da yolu bir gerilla yazarla kesişti. Ve bu yolculuk çıkış noktasıyla sonlandı: Kürt milletvekilleriyle... Tuğçe Tatari Kandil'e ilk gittiğinde kimseye haber vermemişti. Kandil insanlar için o kadar korkutucu o kadar uzaktı ki kimseyi endişelendirmemek adına yakınlarına Diyarbakır'da olduğunu söylemişti... Ve anneannesi Diyarbakır'ı sorduğunda verdiği cevap her şeyi özetliyordu: "Anneanne ben aslında Diyarbakır'da değildim..." Tuğçe Tatari'nin "Kürt sorunu" konusunda düşünsel anlamda kişisel olarak katettiği yolu izlenimlerini ve yaptığı röportajları bir araya getirdiği bu kitap bir övgü de değil yergi de... Sadece barış rüzgârlarının daha gür estiği şu günlerde meseleyi anlama ve anlatma çabasına bir katkı...