Tam da tarih çökerken beliren ateş insanlarına çiçek atmıştır Stefan Zweig. Her çağın yenilmişlerine uzağı iyi görenlere kenar insanlarına menzili yurt tutanlara uçurumlara tırmandıkça burçlara düşenlere çığ altında kalsa da kulağında karanfil taşıyanlara adamıştır yazma yetisini. Unutmadık bizler de buğulu bir şafak vakti diz çökmüş dünyaya veda eden Zweig'ı. Öyle ki Zweig acı kemirdikçe yüzünü gülmeye cüret etmiştir; esirgemeden söylemiştir sözünü; söylemiş ve ruhunu kurtarmıştır!
Zweig gibi sevmek! Evet insana inancın can çekiştiği çağımızda dünyayı yeniden büyülemek için onun gibi sevmek bilişsel olmanın çok ötesinde gündelik yaşamın kaleleri (güç zenginlik ve iktidar mekânları; değer anlam ve yapıntı özne piramitleri) karşısında ontolojik bir reddiye olabilir ancak. Zweig biyografilerini yazdığı kişileri sevmiştir! Onun için sevgi ölçüsüzlüktür ve bu ölçüsüzlüğün maddi temeli verili haliyle dünyanın yetersizliğidir. Bizler onun yazdıklarını okurken onun bu kişilerin acılarını duyumsadığını sezeriz. Onu çeken şeyin bu şahsiyetlerin çektikleri acılar olduğunu bile söylemek mümkündür. Fakat onun acıyla ilişkisi poetiktir ve bütün praksisi bu paralaksta biçimlenmiştir; mesiyanik çileci bir acı anlayışı ona çok uzaktır. Her ne kadar metne adamış olsa da yaşamını yazdıklarında salgıladığı imgeler onun içindeki ressamın metne musallat olan doğasıdır. Yaşamını anlattığı birinin herhangi bir anını o ana anlamını veren duygusunu düşüncesini bedeninin aldığı formu içinde belirdiği mekânı betimlerken oluşan resimsel durumu görmemek mümkün değildir. Tolstoy'da gördüklerini işiten ve Dostoyevski'de işittiğini gören Zweig Shakespeare'de tenin dünyasını kat etmiştir.