"Cehennem gibi olmalı aşk... Cehennemi bile yakıp yandıracak bir gönül istemeli... ki o gönlün önüne iki yüz deniz çıksa hepsini de yaksın yandırsın..."
Şems-i Tebrizi
"Acaba sadece aşk uğruna mıydı hepsi?" diye düşündü William. Aşk... Bu kadar kudretli olabilir miydi? Aynı denizlerin çocukları bir kadının özgür ruhuna bu kadar tutsak kalabilir miydi? Cervantes'in yıllar önce kendisine anlattığı Hızır ve Andrea'nın hikâyesi aklından çıkmıyordu. Cesaretle delilik arasındaki arafta sıkışıp kalmış yüzyılın en büyük iki komutanı; uzun saçlı kömür gözlü bir aşk uğruna Akdeniz'i ateşe vermişlerdi. Bu kadar kudretli olmalı mıydı aşk?
Gülümsedi William... Ölmek üzereydi...
"Aşk ancak uğruna ömrünü sunduğunda aşk..." diye geçirdi içinden... Arafın ta kendisiydi aşk... "ve aşk... iyi ki vardı."
"Ya tanrılarımız aynıysa?" diye düşündü Cervantes...
Nasıl vereceklerdi bütün bunların hesabını? Hristiyanlık uğruna Kutsal İsa uğruna doğru olduğuna inandığı şeyi yapmıştı.
Ta ki kalan tek şövalyenin kendisi olduğunu fark edene kadar... Ta ki tüm bu yaşananların aslında güç ve varlık için oynanan oyunun birer sahnesi olduğunu anlayana kadar...
Tarihin en kanlı deniz savaşlarına katılmış sol elini kaybetmiş göğsünden yaralanmıştı. Türk korsanların elinde esarette geçirmişti ömrünün beş yılını... Savaşın çığlıklarında boğulmuş kendi sesini duyamaz olmuştu... Oysa şimdi... Etraf ne kadar da sessizdi... Ölmek üzereydi... "Tanrı hepimizi affetsin" diye geçirdi içinden...