12 Eylül döneminin en karanlık günleri yaşanıyordu. Herkes kendi gölgesinden korkar arkadaşlıklar bile şüphelerin esareti altında kurulur olmuştu. Askerler yolda kimlik sorar şüpheli gördüklerini alır götürürlerdi. Bütün bu olumsuzluklara rağmen karı delip geçen kardelen çiçekleri gibi güzel günlere dair umutlar da yeşeriyordu. İdamlar haksız tutuklamalar ve aramalar en azından bu umutları tutsak edemiyordu. Ne sevmekten ne de devrimden vazgeçmeyecekti.
Etrafında olan bitenle ilgilenmiyor gelen geçen insanların çarpmalarını hissetmiyordu. İnsanların şaşkın bakışlarına da yanıt vermiyor elinde sigara öylece duruyor uçsuz bucaksız bir hiçlik denizinde yüzdüğünü sanıyordu. Yaşamla olan ilişkisi kesilmiş ruhu bedenden ayrılmış ama bedeni bu dünyada kalmıştı. Ne ölü ne de sağdı Araf'ta geziniyordu.
Aşk hiçliklerle dolu yaşamımızda kendi kimyamızı ve duygularımızı keşfettiğimiz bir süreçtir. Ne yazık ki bu keşfe çıktığımızda kaybetme korkumuz sahiplenme duygusunu ölçüsüzce damarlarımıza zerk eder. Bu duyguyu dizginleyemeyenler sevdiklerini bezdirirler. Sonuçta ya mutsuz ve yalnız kalırız ya da şanslıysak sevdiğimiz bu gönüllü esareti kabul eder. Ama o zaman da aşkın elde etme cazibesi kalmaz aşkımızı soldurur yitiririz. Bunu ilk başlarda o balayı devresinde fark etmemiz zordur. Çünkü kendi içimize yaptığımız keşif gezisi henüz başlamamıştır.