Yusuf yavaşça sarkan dalları kaldırdı ve genç bir kızla göz göze geldi. Genç adam yakalanmanın sıkıntısıyla irileşmiş rengini kestiremediği iki kristal bilyenin ışıltısıyla kilitlenmişti. Karanlığın örtemediği salkım söğüdün gizleyemediği gören gözleri lal eden bir güzelliğin karşısındaydı. Korkup kaçmasın diye gözlerini kırpmadı. Hayal olursa kaybolmasın diye nefes almadı. Zamanın "tıp" deyip durduğu resmin donduğu karanlığın içinde parıldayan bir an yaşıyordu. İnce sedef bir yüzün üzerinde iki billur bilye küçücük bir burun ve titreyen dudaklar heyecanın ateşinde üşümüştü. Saçındaki bukle sağ yanağına düşmüştü. Gözlerinde ışıldayan çiğ taneleri akmamak için mücadele veriyordu. Bu yaşına kadar gördüğü hiçbir şeye böylesine dokunmak istememişti.
Saat gece yarısını çoktan geçmiş gecenin gün ile kavuşmasına az bir zaman kalmıştı. Oturduğu koltuktan kalktı. Pencerenin önüne geldi. Dışarıda sessizlik çığlık atıyordu. İçinde oluşan boşluk sokaklara akmıştı. Derin bir solukla doldurdu ciğerlerini. Bir daha bir daha çekti içine. Ne yapıyordu böyle? Bu neyin kederiydi? Neyin kaybını yaşıyordu? Hiç sahip olmadığı bir şeyi kaybetmek insanı böyle çöktürür müydü? Düğünleri neden sevmediğini şimdi anlıyordu. Şimdiye kadar düğünlerde başlayan beraberlikleri çok duymuştu. Davetliler birbirlerine veya birilerine alıcı gözüyle bakarlardı. Beğenenler aşık olanlar doğaldı. Ama bir düğünde geline aşık olunduğu nereden duyulmuştu?