1926 yılının o hüzünlü sonbaharı. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış genç cumhuriyet ayaklarının üzerinde durmaya çalışıyor. O büyük altüst oluşun içinde bir adam:
Şehsuvar Sami... Bir zamanların İttihat ve Terakki fedaisi şimdilerin yorgun komitacısı. Şehsuvar Sami'nin etrafında dönen amansız bir entrika. Bir yanda kaybettiği ama hiçbir zaman yüreğinden çıkartamadığı sevgilisi Ester öte yanda yaşanılan tarihsel bozgun... Kaybedilen bir ülke kaybedilen bir şehir kaybedilen bir hayat. Ve aklında hep aynı soru:
Devlet mi kutsaldır yoksa insan mı?
"Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar." Kim söylemişti bu cümleyi hatırlamıyorum ne yazık ki doğru... Doğru lakin eksik. Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar vatanımızı kaybetmekle neticelenir.
Sahi nedir vatan? Bir toprak parçası mı uçsuz bucaksız denizler derin göller yalçın dağlar verimli ovalar yemyeşil ormanlar kalabalık şehirler tenha köyler mi? Hayır bütün bunların ötesinde bir anlam taşır vatan. Ne sadece toprak parçası ne su havzaları ne ağaç silsilesi... Annemizin şefkati babamızın saçlarına düşen ak ilk aşkımız doğan çocuğumuz dedelerimizin mezarlarıdır vatan...
Vatanı olmayan insanın hayatı da olmaz. Evet bir vakitler zihnim kalbim bu fikirlerle doluydu. Şimdi? Şimdi bilmiyorum...