Bir de günün aydınlığından akşam üstülerinin alaca karartılarına kendimi aktarıp da onun ardından gelecek gecelere küslüğüm olurdu. Çünkü çocukluğumun o geceleri pek tekin geçmezdi. Geç saatlerde barakanın etrafında dolanan adımlar duyar o adımların buzlaşmış zeminde yürüyen çıtırtıları geçip gidecek mi yoksa o adımlar yerinde durup bekleyecek mi onu kollardım. O çıtırtılar gittiği yerden geri dönüp de pencerenin tam altında durunca bu kez annem yastığın altından çektiği satırı eline aldığında korkularım çözülüp titremelerim tutar kollarımı iki bacağımın arasında sıkıştırır olduğum yerde siner kalırdım.
Annem palas pandıras "Allah belanızı versin" diye kapıdan fırlayıp kendini dışarıya atar bağıra çağıra gecenin ayazına saldığı etmediği bedduayı bırakmaz; sonra da soluk soluğa geri döner kim ya da kimler olduğunu anlamadığımız o insanların anında kaçıp savuştuklarını söylerdi.
O dönemde küçük bir kentte kocası ölmüş bir kadın olmak taşınması hiçte kolay olmayan ağır bir yüktü. Üstelik kol kanat geren bir yakının olmaması akıl verecek bir büyükten yoksunluk yardım etmeye kalkıp da el uzatanların hemen arkasından asıl niyetlerini açığa vurmalarına tanıklığım o yaşlarımın bitmeyen kâbusuydu.