Yaşanmışlığı yazmak...
Ya da ne kadarını yazmak yazabilmek...
Bir yandan yıllarca beynimi yüreğimi ruhumu zorlayan sorular diğer yandan dostlarımın bu konudaki ısrarı... Ben de dayanamadım yazmayı denedim. Her denemem; yazmalarımı aylar yıllar sonrasına erteledi...
2010 yılında yine başladım yazmaya. Ancak güç yetiremeyince ses kayıt cihazına anları okuyarak deşifre etmeyi tercih ettim. Ama kendi yaşamımı ikinci kez okumaya yazdıklarımı okumaya yine güç yetiremedim. Editöryal destekler aradım. O da sonuç vermedi. Her yıl 12 Eylül tarihinde yayımlama kararı aldıkça ertelendi. Evet; 12 Eylül Askeri Darbesi'nin hemen ardından yaşanan vahşete bir nebze ışık tutmak için 7 yıllık zindan yaşamımdan bazı kesitler yazdım. Yaşamadığım çocukluğu gençliğimi dile getirmeye çalıştım. Yaşanan acıları hiçbir kalem dile getiremez hiçbir kitap bünyesinde barındıramaz.
Her yazmaya oturduğumda neyi ne kadar yazacağımın kararsızlığını yaşadım. Belki bu kitabın içerdiği sayfaların on katını yazdım ama kitaba ancak bu kadarını koymaya karar kıldım.
Zira insan ve yine insan... Yaşayan da yaşatan da... Mazlum da insan zalim de insan...
Kin ve nefret duymadım... Bölünen toprakların arasındaki sınırların anlamsızlığının bir gün mutlaka anlaşılacağı parçalanmış zihinlerin ruhların kendine geleceği toplumsal bilinçaltı kirliliğinin temizleneceği acıların yaşanmışlıkların güzelliklere bedel olacağı umudunu inancını hiç yitirmedim.
Kardeşlik hukukunun bu coğrafyalarda yaşayacağına hep inandım. Gelecek nesillerin kin ve nefret duygusunu değil; adalet barış birlikte yaşama duygusunun; yine birlikte medeniyetler inşa etme umudunun bu topraklarda can bulacağına inandım. Sabırla umut ettim ediyorum. Yine bir 12 Eylül tarihinde; o karanlık günlerden 30 yıl sonra Diyarbakır zindanında yaşananların unutulmadığı ve aynı zindanın bir 'İnsanlık Onuru Müzesi'ne dönüşeceğine olan inancımı da kaybetmedim. Kaybetmeyeceğim de...