Güneşin doğduğu günü hatırlıyorum. İçime işleyen zerrelerin arasında gözlerimi kırpıştırarak açtığım o sabahı... Senin gibi olabilirdim ya da onun gibi benim gibi de elbet... Nedendir bilmem o gün her şey olasım geldi. Kısa bir süre sonra da yorgunluğum. Her şey olmaktan yorulunca hiçbir şey olmaya geçtim. Aradaki tonlamaları hatırlamıyorum. Geçişlerimi usulca ve sakin yapabilseydim eğer yakaladığım kuşların değerini bilebilirdim belki de bugün ya da hayatı daha az hoyrat kullanırdım. Cümlenin sonunda keşke demem gerekir bu durumda ama hala iyi/kilere yer var hayatımda. Duygusuzluğumun pençesinde kendime duygulu dolu bir dünya isterken çok mu bencilce davranıyorum acaba? Bunu sormamı yanlış anlamayın sakın. Duygusuz bir insan duygu yüklü bir hayata sahip olabilir mi diye soruyorum sadece. Hani tezatlıklar gerçeklikleri oluşturur ya benimki de öyle bir şey işte. Artı kutbun eksiyi çekmesi ya da ateşin suya ihtiyaç duyması gibi... Güneşin altında kavrulduktan sonra buz gibi suya ihtiyaç duyan beden misali duygusuzluğun ardından duygu seline kapılmak... Demek istediğim bu sanırım. Her şey kördüğüm olduktan sonra açmaya çalışmak. Beklemekten yorulup birden koşmak... Otobandayken sorun yok ama ormanlar arasında birden koşmak yoruyor insanı ve hatta çoğu zaman düşüp dizlerin yara bere içinde kalmasına neden oluyor...