Edebiyat fakültesi son sınıf öğrencisi genç bir kız hocası tarafından verilen Tezer Özlü'nün hayatını yazma ödevi için araştırmalarına başladığı anda karşılaştığı bir gerçekle şaşkınlığa düşer. Yazarın yaşamıyla kendi yaşamı arasında izdüşümsel bir benzerlik vardır ve bu keşfinin ardından çıktığı içsel yolculuk onu neyin gerçek neyin hayal olduğunun belli olmadığı içinden çıkılması imkânsız bir uçuruma sürükler.
***
O sıradan bir hayatı sıra dışı yaşadı...
O ikinci bir dilde kitap yazıp Marburg Edebiyat Ödülü'nü alan ilk Türk yazardı...
O adı "Lirik Prenses" olsa da hiçbir zaman bir masal prensesi kadar masum olmadı masallarda yaşamadı masal kovalamadı. Hikâyesinde kötü kalpli cadılar yoktu belki ama insanın ruhunu yaralayan çırılçıplak gerçekler vardı...
O müthiş üslubu duyguları dile getirişindeki sakınmasız ve cesur dürüstlüğüyle okuyucunun kalbine girdi sadece kaleminin ucuna kadar gelenleri yazdı...
O inandığı gibi yaşadı sınır tanımadı içindeki "ben"i ararken belki de kendini kazıdı...
O çoğumuzun değil yaşamaya anlamaya direndiği gerçekleri aradı...
Bu toplumun onun gibi yalansız bir dünya özlemi çeken kendi devrimini yapabilen engel tanımayan güçlü kadınlara ihtiyacı vardı...
Ancak...
Ne ölümden korkmaktan ne de onu düşünmekten beis duydu ve bir kış günü o eşsiz gülüşü solmadan bu hayata gözlerini yumdu. Zaten şairler erken ölür derler... O bir şair değildi diyenlere ise yazdığı şu minicik satırlar yeter:
"Bir yüksekliğin bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum..."
Elinizdeki kitapla Tezer Özlü'yü biraz daha sevecek ve hayata bakışındaki o lirik asaleti göreceksiniz.