Saat gecenin biriydi. Diyarbakır koyu bir karanlığın içinde kaybolmuştu. Gökyüzü simsiyah bir yaygı gibiydi. Aydan ve yıldızlardan eser yoktu. Bu karanlık içinde birer hayaleti andıran evler terk edilmiş bir görüntü arz ediyordu. Caddelerde sokaklarda devriye gezen askeri araçların farları bazen bir yapıyı veya duvarı aydınlatıyor daha sonra şehir tekrar karanlığa gömülüyordu.
Kafile Siverek Kapısı'na yaklaşırken bakışları tekrar karanlık içindeki sessiz evlere takıldı. Birden kalbini müthiş bir hüzün sardı. Yüreği ucu ateşte ısıtılmış bir demirle dağlanmış gibi oldu:
"Şu kalın duvarlar arkasında gizlenen insanlar; acaba rahat rahat uyuyorlar mı yoksa bizim için matem mi tutuyorlar?" diye düşündü.
"Bu katliama karşı hissiz ve duyarsız kaldıklarını sanmıyorum. Şimdi kim bilir ne büyük acılar kederler içinde kıvranıyorlar. Ama kimsesizler zayıflar hoyratça sindirilmenin ürkekliğini yaşıyorlar. Ah zavallı halkım! Ah zavallı halkım!"