19. yüzyılda İngiltere'de doğu ülkelerinin tanıtıldığı gravürlü kitaplara duyulan ilgi sonunda bu pazarı beslemek için yeni bir profesyonel sanatçı grubunu ortaya çıkardı. Bu dönem gravür sanatçılarının en parlak dönemi oldu.
Bir tepeden bakıldığında özellikle coğrafi konumu nedeniyle en güzel manzarayı gözler önüne seren İstanbul ilk dönem çoğu zaman hayalen çizilen gravürlerde yerini aldı. Bu görüntüler litografi bir diğer adı ile taşbaskı tekniği ile hazırlanarak yayınlarda görülmeye başladı.
1839'da fotoğrafın icadından sonra fotoğrafçılar gravürün yanıltıcı görüntüleri yerine hem perspektif hem de detay açısından doğruyu kaydeden bu yeni görüntüleme olanağını kullanmaya başladılar.
Panorama fotoğraflar parça parça çekilip birleştirildi. Aynı eksen etrafında dönerek çekmek fotoğrafçıya büyük kolaylık sağlardı. İstanbul 360 derecelik bu dönmeyi sağlayan minarelerin şerefeleri Galata ve Beyazıt kuleleri ile şanslı bir kentti.
Beyazıt Kulesi'nden Boğaz'a dik olarak bakılır önde Süleymaniye ile Haliç görüntülerde yerini alırdı. Galata Kulesi ise Tarihi Yarımada'nın üzerinden Marmara denizine hakim görüntüler verirdi.
Panoramalar genellikle 12-10-8 veya daha az parçadan oluşmaktaydılar. Uzunlukları ise ortalama 2.00-3.50 m. civarındaydı. Ayrı ayrı çekilen fotoğraflarda ufuk çizgilerinin birbirini düzgün olarak tamamlaması ışığın ayarlanması tamamen fotoğrafçının becerisine kalmaktaydı.
Çekilen bu panoramalar ek yerlerinden bez üzerine ciltlenip özenli bir biçimde katlanarak üzeri tuğra ya da gösterişli yaldız desenlerle bezenmiş ciltlerin içine konulur ve satışa sunulurdu.
1843 yılında öncü gezgin fotoğrafçılardan Fransız Joseph-Philbert Girault de Prangey Beyazıt kulesinden küçük parçalı görüntüler sunan Daguerrotip'leri ile ilk panoramayı saptamış oldu. Sonrasında Osmanlı fotoğrafçıları