Çocukken evimiz şehrin dışında yamaçta tüm şehri yukarıdan gören bir tepenin yamacında ufacık bir gecekonduydu.
Tüm tepede üç beş tane ev vardı kaderleri bize benzeyen. O evlerin çocukları mahalle arkadaşımızdı. O tepelerde boyumuzu aşan çimenlerin içinde kaybolurduk bahar aylarında. Kış geldi mi karda kayardık tepeyi boydan boya uçardık donardık yanardık soğuktan yara bere içinde kalırdık ama gün batmadan girmezdik eve.
Yaz yağmurlarında tepemizin arkasında gökkuşağı çıkardı yağmurdan sonra göğü boydan boya sarar uzansak tutacak kadar yakın sanırdık maviyi yeşili sarıyı.
Anam gökkuşağının altından geçen cennete gider demişti bir seferinde. Sonrasında ilk gökkuşağında altından geçmek için koşmuştuk çocukluk işte. Tepeye vardığımızda bir adamla karşılaşmıştık adam sırılsıklam ıslanmış tüm yağmuru içine çekmiş gibiydi burnundan soluyordu yorulmuştu belki acıkmıştı da yorgundu da.
Adamı görünce çok heyecanlanmıştık adam yağmurun ülkesinden geliyor sanmıştık gökkuşağının doğduğu yerden cennetten. Gökkuşağının sahibi gibi görünüyordu uzaktan sanki onu oraya o adam dizmiş elceğizleriyle yerleştirmişti.