Her şey onun emektar makinasının objektifinden akan bembeyaz bir ışıkla başlar... Ve belli belirsiz gölgeler insanda sersemletici bir göz dalması yaratan bu parlak ışığın içinde önce karanlık siluetlere sonrasındaysa bir şekilde bildiğim yüzlere dönüşürler. Benimse elimden bir şey gelmez. Ancak çok ama çok yükseklerden düşerken yaşanabileceğini bildiğim bir baş dönmesinin içinde bir görünüp bir kaybolan tüm o yüzleri izlerken öylece kalakalırım. Beynimin dipsiz vadilerinde gezinen tüm o çocuk ve kadınlar akıp giden hayatlarını camın ardından seyreden ihtiyarlar ve ihtiyarların arkasında sahipsiz bir gölgeyi andıran yeni gelinler bir anlığına bana bakar ve tıpkı bir fotoğraftaki gibi hareketsiz durup gülümserler. Ben de gülümserim ama onlar çok geçmeden içinden çıktıkları o harikulade beyaz ışığa karışıp yok olurlar. Sonra yerlerini yenileri alır ve bu böyle sürüp gider. İşte dudakları düşmüş işsizler cenaze uğurlayan kederli anneler ve tüm bu olanları uzaktan seyreden kedi ve köpeklerin yüzleriyle harmanlanmış camilerin caddelerin pencerelerin dumanlı kahvehanelerin hastanelerin eski kapıların Spil Dağı'nın yılkı atlarının ve boğulmuş şehzadelerle bu şehzadelerin Manisa'da yaşamaya mahkûm edilmiş bahtsız eş ve çocuklarının yattığı türbelerin ev sahipliği yaptığı bir yığın anının arasında kendimi yeniden ve yeniden kaybederim...