Bir sahne olarak kurgulanmış Kasaba'nın sakinleri resm-i geçit yaparcasına sahnede arz-ı endam ederken anlatıcımız kimi zaman okuyucuyu rahatsız etme pahasına onların en süflî hâllerini ifşâ ediyor kimi zaman ise garip bir empati kumanıza imkân tanıyacak yönlerine ışık tutarak onları mutlak kötüden hızla uzaklaştırıp rahatlamanıza müsaade etmiyor. Tabiat şartlarının insanın karakterinde tesiri olduğu hakikatse de roman karakterlerinin pek çoğunda tezahür eden yozluğun sebebini bununla da açıklamamıza izin vermiyor anlatıcı. Zira aynı şartlarda pekâlâ iyi de vücut buluyor hatta hayli iri bir cüsseyle... Nihayetinde anlatıcı "İnsan nedir?" sorusunu cevaplıyor: "İnsan üç beş damla kan ve bin bir endişedir." diyen Sadî Şirazî gibi... Ve insanı kaygıların heveslerin zaafların ve hasletlerin bütününden müteşekkil bir varlık olarak resmediyor.
Kasaba'daki olağanüstü iklim şartlarına rağmen insanlar neden terk etmeyi/kaçıp gitmeyi düşünmüyorlar ya da neden hepsini dönüştüren yozluğu değiştirmek için bir şeyler yapmıyorlar sorusu roman boyunca aklınıza takılıyor. Fakat romanın sayfalarını kapattığımızda karşımıza çıkan gerçek hayat da böyle değil mi? Mâruz kaldığımız şeyleri değiştirmek için biz neler yapıyoruz?