Ömer Osman ve Ali geldiler. Ağıt sesleri kulaklarını çınlatıyordu. Ömer'in aklı başından gitmişti. Osman'ın ağzını bıçak açmıyordu. Ali de âdeta yere çakılmış hareketsiz bir hâlde duruyordu. Hepten çökmüştü. Ömer mescidin bir köşesinden şöyle sesleniyordu:
Bazı münafıklar Allah Rasûlü'nün (s.a.v) öldüğünü ileri sürüyorlar. O ölmedi. Bilakis Musa bin İmran'ın öldüğünün söylenmesinden kırk gün sonra döndüğü gibi Rabbinin yanına gitti. Vallahi Allah Rasûlü (s.a.v) Musa bin İmran'ın geri döndüğü gibi geri dönecek ve bazı adamların elleri ve ayaklarını kesecektir.
Ömer kendini kaybetmişcesine münafıkları tehdit etmeyi sürdürürken insanlar dehşeti yaşıyorlardı. Şaşkınlık içindeydiler. Allah'ın dostu sevgili ve seçkin kulu rasûlü ve nebisinin ölebileceğine bir türlü inanamıyorlardı. Gerçekten de vahiy artık yeryüzünden çekilmiş miydi?
Ölüm haberini alan Ebû Bekir gelerek mescidin kapısında durdu. Ömer insanlara konuşuyordu. Hiçbir şeyle ilgilenmeksizin doğruca Aişe'nin evinde yatan Allah Rasûlü'nün (s.a.v) huzuruna girdi. Evin bir köşesinde üstü Yemen hırkasıyla örtülmüş bir vaziyette yatan Allah Rasûlü'ne (s.a.v) doğru yaşlı gözlerle ilerledi. Yüzünden örtüyü kaldırıp onu alnından öptü. Sonra şöyle dedi:
Anam babam sana feda olsun. Hayatında da ölümünde de güzelsin. Allah sana ölümü yazdı ve şimdi o ölümü tattın. Artık bundan sonra sana ölüm yoktur.
Sonra örtüyü yüzüne geri kapatıp dışarı çıktı. Ömer hâlâ insanlara konuşuyordu. Ebu Bekir:
Yavaş ol Ömer. Sessiz ol dedi.
Ömer konuşmada ısrar edince Ebû Bekir Müslümanlara doğru döndü. Sesini duyanlar Ömer'i bırakıp ona yöneldiler. Ebû Bekir Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle konuştu:
Ey insanlar! Kim Muhammed'e tapıyor idiyse bilsin ki Muhammed ölmüştür. Kim de Allah'a tapıyor idiyse bilsin ki Allah diridir ölmez!
Sonra şu âyeti okudu:
"Muhammed yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Şimdi o ölür veya öldürülürse gerisin geri dönecek misiniz? Kim geri dönerse bilsin ki Allah'a asla bir zarar vermiş olmayacaktır. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır." (Âl-i İmrân 3/144)