Sapasağlam bir kabukla çevrelenmiş yere çarpınca bin parçaya bölünen bir nar ağrısı yaşıyorum. İzi çıkmaz kan rengi lekeler bırakıyorum. İçimde bitmek bilmez bir ağıt var Kafdağı ağıtı... Narın ağrısına karışıyor. Merhem diye yarama bastığım derdime derman olur diye umduğum sensin. Bir avuç tuz oluyorsun ben seni ne zaman yarama bassam. Küf oluyorum dışarıda unutulmuş limonların mis kokulu kabuklarında büyüyen. Meyvelerin içini boşaltarak kurutan çürüten hava oluyorum benim ciğerime bir türlü dolmak bilmeyen. Ay ışığında süzülerek gelen kâğıt gemilerin kimsesizliği sessizliği var başımın içinde. Batmasınlar kıyıya ulaşsınlar diye su içmiyorum. Susuzluktan ölüyorum Elbruz. Bir nehri kururken gördün mü sen hiç?
Bu kanla yazılmış gözyaşıyla beslenmiş tarihi unutmaya sil baştan yazmaya uyuyacaksın değil mi şimdi bütün uykularını? Uyuma. Ne olur uyuma! Uyandığında olmayacak şeylerin düşleri yorar insanı. Sen uyuma. Şu çürüyen bedenine inat açık tut gözlerini gece ve gündüz.
21 Mayıs 1864'ten
bugüne o kâğıttan gemilerle gelenler geçip duruyor hayatından onların sessizce söyledikleri şarkılar var hiç duydun mu? Dinle bak! O şarkıların hikâyesini anlatacağım şimdi sana...