Mest eden akşamüstü serinliğine teslim olmuş ve onun içimi dolduran duruluğunda kaybolmuş bir haldeydim. Biten sigarasını yumuşakça bastırdı küllüğe. Kahve fincanda yarım duruyordu. Orkideye eğildi ve ölürcesine derin birkaç nefes kokladı ve zarâfetle kalktı ayağa. Cafenin hemen önünden geçen tramvaya doğru yavaş adımlarla sâkin sâkin yürümeye başladı. Güzelliğine eklenmiş uzun boyunun seyrine dalmıştım ki sandalyenin kenarına astığı çantasını unuttuğunu sandım. Hızlıca yerimden kalkıp ona ulaştırmak üzere aldım çantayı. O birkaç adım ötemdeydi. Tramvay yaklaşmaktaydı. "Bakar mısınız?" dememe kalmadan hızla geçmekte olan tramvayın önüne usulca bıraktı kendini. Bu kadar yumuşak bu kadar sitemsiz raylarda uzayan aracın sesinden başka hiçbir ses duymuyormuşçasına. Çarpma ânında küçük bir sesi dahi duyulmadı. Suya dalıyormuşçasına yalındı. Bu kadar profesyonel ölebilir mi İnsan? diye sordum kendi kendime. Yaşarken öyle anlar ölmekten beter olabiliyor ki İnsan ve bu beter oluş çığlıktan bir sessizliğe bırakıyor kendini.. Bunca ruh kaybı bir profesyonel ölüme gebe kalıyor. Ben bu kadar güzel ölemem. Ne sigarayı küllüğe batırıp söndürüşüm onun kadar yumuşakça ne bir şarkıya eşlik edişim bu kadar içten ne de yürüyüşüm bu kadar zarif ve kendinden emin.
Cafe de aynı şarkı tekrâra dönmüş çalıyordu.