Samipaşazade Sezai'nin hacimce küçük ama içerdiği konu ve "esaret" kavramına getirdiği yorumla klasikler arasına girmeyi başarmış olan "Sergüzeşt" romanı hem yazıldığı 1880'li yılların havasını anlatması bakımından hem de Türk edebiyatında roman geleneğinin başlangıcı hakkında fikir vermesi bakımından önem taşımaktadır. Sergüzeşt: Evinden yurdundan annnesinin sevgiyle şevkatle sarıldığı sıcacık kollarının arasından acımasızca koparılarak alınan ve esir pazarında satılarak umut dolu aydınlık hayatı kapkara bir zindana dönüşen Çerkez kızı küçük Dilber'in acıklı romanıdır. Rusya'dan haraket edip İstanbul'da Tophane limanına yanaşan bir esir gemisinden indirilen küçük Dilber zengin bir ailenin yaşamakta olduğu konağın hanımı tarafından satın alınır. Bu konak artık küçük Dilber'in yeni zindanıdır. Konağın taş yürekli kalbi nasır bağlamış hanımı ise küçük Dilber'in zindancı başıdır. Acı ve üzüntü dolu günler birbirini izlerken her an annesinin sevgi dolu göğsüne başanı dayayıp annesinin o ruh okşayıcı sesini dinleyerek uykuya daldığı fakat artık çok gerilerde kalan o güzel günlerini hatırlar ve ruh acıları içinde kıvranıp bu zindan hayatından nasıl kurtulacağını düşünerek ucunda ölüm bile olsa bir kurtuluş yolu göstermesi için Tanrı'ya yakarır. Ve ölüm; aydınlıkta bile karanlık zindan hayatı yaşayan küçük Çerkes kızı Dilber için bir kurtuluş bir "Hürriyet" ifadesidir!